Tumgik
hurufi · 6 years
Text
Hat ğalât, imlâ ğalât, inşâ ğalât, ma’nâ ğalât
Tumblr media
Nüshâ-i âşufte-i dîvân-ı ömrüm sorma hiç!
Hat ğalât, imlâ ğalât, inşâ ğalât, ma’nâ ğalât
Bundan seneler evvel, fatih cami’inde emin sarac xoca dan mecelle dersleri oquduğumuz bir hengamda xoca, ders oquduğumuz müezzin mahfelinin üzerindeki tablo nun hikâyesini anlatmışdı. Hâlen şeriatın hükmünü söylediği içün “açığa alınan” samsunlu ihsân (şenocaq) xocanın neşr etdiği inkışâf mecmuâsında yûsuf-ı qarsî qardaşımın ğayreti ile neşr edilen bir mülâqâtda bu hikâyeyi mevzu’ etmişdik. [1] Emîn (sarrâc)-i toqâtî xoca, bu resmin istanbuldan hicrete mecbûr qalan mustafa sabrî efendinin evinin yağması netîcesinde fâtîh cami’inin aşağısındaki malta çarşısında mezata düşdüğünü ve buradan bahis mevzu’u tabloyu satın alan bir hanım efendiye oradan geçen bir Müslimân bu resmin mustafa sabrî efendinin evinden resmen çalınan bir tablo olduğunu söylüyor ve o hanım efendi de tabloyu fâtih camiine veriyor. Ya’ni câmi’nin duvarında, mülkiyyeti mustafa sabrî efendi ve veresesine ‘âid hırsızlanmış bir tablo var. Bi’l-âxere 1437 (2014) senesinde, abdullah gülün reis-i cumhuriyyetde olduğu bir hengamda istanbul belediyesinin parasıyla çıqarılan bir mecmuâda bu mülâqatımız, tablonun sâhibi mustafa sabrî efendinin da’mâdı, mi’mar-zâde muhammed ‘ali bey [2] den bahs eden bir yazı münâsebeti ile mevzu’ edilmiş. Meqâlenin ‘unvânı, “Sultan Ahmet Camii’ndeki Harem-i Şerif Tablosu ve Ressamının İlginç Hikayesi” [3] Bu yazının doğru adı: “Hazret-i Mûsanın Qızını Qurban Ederken Cenâb-ı Haqqın Gökten Öküz Göndermesi” olmalıydı. Ortada haqîqaten bir “harem-i şerîf” tablosu var ve sultan ahmed câmi’inin duvarında asılı. Mecmuâda neşr edilen meqâlenin başına qoyulan resim, bu. Faqat bu resmin anlatılacaq bir hikâyesi yoq. Emîn xoca ile mülâqatımızda bahs etdiğimiz, reîs-i cumhûriyyetin ‘alâqadâr olduğu resim, fâtih câmi’inin duvarında, müezzin mahfelinin üzerinde asılı ve “elsanatları” mecmuâsında bu resim basılmış değil. Ya’ni “elsanatları” mecmuâsını oquyan bir kimsenin bizim mülâqatda bahs etdiğimiz resmi bu meqâlede görmesi bahsi mevzu’u olmadığı gibi iş olsun diye sağa sola serpişdirilip haqqlarında düzgün ma’lûmât verilmeyen resimler üzerinden bir şey’ anlaşılması da mümkîn değil. Mi’mâr-zâde muhammed ‘ali beyin fâtîh câmi’inde, müezzîn mahfelinin üzerinde bulunan ve emîn xoca ile mülâqâtımızda bahs etdiğimiz tablonun resmi bu meqâlenin üzerinde neşr edilmiş bulunuyor. Tablonun sol tarafında mekke ve medîne, sağ tarafında yıldız sarayı resm edilmiş. Resmin alt tarafında bu mübârek beldelerin hicâz demir-yolu vâsıtası ile istanbula bağlanması tasvîr olunmuş. Kûfî xattla yazının yuqarısına şûrâ sûresinin 19. âyet-i kerîmesinden iktibâsla الله لطيف بعباده yazılmış.
26 rabi’u-’l-axir 1439
https://goo.gl/yAhk6r
=======================
[1] Muhammed Reşâd (Malatî), Yûsuf Hanîf (Qarsî), “Emin Saraç Hoca ile Geçmişe Dair” (Mülâqat), receb-ramezân 1426 (eylül-qasım 2005); 106-108.s.
[2] Merhûmun ismini “mimarzade mehmed ali” etmişler. Bu zâtın ismi, muhammed dir. ‘İlmiyyeden bir müslimân adını mehmet hâline soqmaz.
[3] Fatih Tığlı, “Sultan Ahmet Camii’ndeki Harem-i Şerif Tablosu ve Ressamının İlginç Hikayesi”, “Elsanatları” mecm., 17nci aded, 1438 (2014); 114-119.s.;   http://ismek.ist/files/ismekOrg/File/ekitap/el_sanatlari/ELSANATS-17X.pdf
2 notes · View notes
hurufi · 6 years
Text
Tuhunik in Peşinde
Malatya luğâti ve malatya yemekleri kitâbları projelerine zeyl. Bu ad altında neşr edilen ve her biri kendi başına iyi niyyetli, xayrlı, raqîbi olmayan, hîç yoqdan iyi olan faqat ‘ilmî muhtevâları i’tibârı ile tenqîde muxtâc projelerin daha maqbûl, ‘ilmî olmasına muâvenet qasdı ile:
Tuhunik/ طحنيك
Tuxunik/ طخنيك
Tohinik, Pofunik, Tofinik
I.
Tuhunik, sümütden büyük, irmikden küçük bulğur parçalarının adıdır. Bir nev’ bulğur unudur. İrmik de bulğur unudur, faqat tuxunik ondan daha büyükdür.
Tuhunik helvâsı, buğday, bulğur hâline getirildikden sonra bulğurun değirmende ezilmesinden sonra xâsıl olan “bulğur unu” ile pekmez ve ceviz veyâ qayısı çekirdeğinin terkîbinden xusûle gelen helvadır.[1]
Tuhunik helvasına tuxunik denilmesi ğalatdır. Öyle ise tuhunik helvasının evlâsı, tuhunik, pekmez, ceviz ve qar dan i’mâl olunur. Ceviz yerine qayısı çekirdeği veyâ ağuz qoymaq da câizdir.
Kelime, arabca menşe’li. طحن / Tahane fi’linden müştaq.[2] Hattâ “un” da ‘arabca “et-tahn”dan müştaq olmalıdır. [3] Sonuna aldığı “–ik” lahiqası, ermeniceden intiqal etmişe benziyor. Standart türkcede bu kökden müştaq yaşayan kelime; طحين / tahin. Kelimenin iştiqâqı ile ‘alâqası zâhir. Buğdayın ezilmiş, öğütülmüş hâlinden töreme bir yemekden bahs ediyoruz.
“et-Tahn: Un öğütmek ma’nâsındadır... et-Tahîn: Bu dahi öğütmek ma’nâsındadır. et-Tahn: Una denir... et-Tâhûnet: Değirmene denir.” [4]
“Tuhunik”in ortasındaki –ha/ ح sesi malatyada ‘arabcadaki ‘aslî hâli ile tuhunik/ طحنيك şeklinde telâffuz edilebildiği gibi, -ha sesinin –xa/ خ hâlini alması sebebiyle  طوخونيك/ طخنيك / tuxunik şeklinde de telâffuz edilebiliyor. ‘Arabcaya maxsûs –ha/ ح sesinin şimâl hudûdu malatya. Qur’an ta’lîm ederken ortaya çıqan bu sesin malatyalıların ağzındaki hâli, muhtemelen kürdleşmiş yerli Müslimân ‘arabların yâdigârı olmalıdır. Bu kelimenin tofonik, pufinik şeklindeki telâffûzları da malatyada mevcûd. Faqat fasîh olanı, –ha/ ح sesine referansda bulunulan tuhunik/ طحنيك şeklinde olandır.
Malatya nın xâricinde tuhunikin bilindiği yerin biri divriğiymiş.[5] Xarputda dahi bilinmiyor.
 II.
TDK nun sitesinde bu kelime “tohinik” mâddesi altında geçiyor. “Niye öyle geçiyor?” bunu bir bilen varmı, onu da bilen yoq. Yapdıqları her xatâ, bu uğursuz müessesenin ‘asrın başından beri devam eden habîs varlığını xâtırlatıyor. Cenâb-ı Haqqın eksikliğini veresice TDK nun; “tofinik” telâffûzuyla o çarpıq elifbâları ve imlâlarında yazdıqları şeklde qayda geçmesinden ötürü, bunların yazdıqlarından istifâde etmek neredeyse mümkîn değil.[6] Bunların ta’rîfine göre tuhunik, “Pekmez ve bulgur unundan yapılan helva.”ymış. Yanlış. Tuhunik helvâsının noqsan ta’rîfini, tuhunik mâddesinde vermişler. Tuhunik in ta’rîfi yuqarıya derc etdiğim şekldedir. Tuhunik helvası tuhunik değildir.
 III.
Şevâhîdi ile berâber bu kelimeye dâir rivâyetler:
Çırmıxtılılar istanbula gitdikleri zemân, orada başqa çırmıxtılıları bulmaq üzere kendi aralarında mizah eylemek üzere girdikleri dükkânlara, “Tuxunik varmı?” diye soruyorlarmış. Mîzâhın ma’nâsına intiqâl eden, muhtemelen çırmıxtılı veyâ malatyalı esnâf, ba’zen “teze bitdi”, ba’zen “haftaya gelecek” şeklinde cevâb verirlermiş. Bu sûretde girdikleri istanbullu bir çırmıxtılı dükkân sâhibinin cevâbı: “Daha degirmana qalxmadıx, qardaş.” olmuş. [füsun binti zinet ve ibrahim ibn bayram, 18IV1439]
Kezâ, 1370 (1960) lere dâir söylenen lâflardan biri: “Daha dün tuxunik yiyen malatyalılar, siz adammı oldunuz?”. [ahmed ibn reşâd, 18IV1439]
Kezâ, “Anam tuxunik etdiniz ama qar olmazsa neye yarar?”. [emîn ibn süleymân, 18IV1439]
 https://hurufi.tumblr.com
18 rabi’u’l- âxir 1439
https://tmblr.co/ZEHZ2q2ToDafc
[1] Derleme sözlüğünün 12.cildinde bu kelimeyi qayd etmişler. Divriğililer anlaşıldığına göre “tohinik” şeklinde telâffûz ediyorlar. http://www.sivas.im/divrigide-yemek-kulturu-1689.html
Belki de onu esâs almaqla iktifâ etmişler.
[2] https://www.almaany.com/ar/dict/ar-ar/%D8%B7%D8%AD%D9%86/ : https://www.etimolojiturkce.com/kelime/tahin
[3] https://www.etimolojiturkce.com/kelime/tahin
[4] el-‘Ayntâbî, Mütercîm ‘Asım el-‘Ayntâbî Efendi, “Kamusul Muhit Tercemesi” (“el-Okyânûsu’l-Basît fî Tercemeti’l Kâmûsu’l Muhît”), İstanbul- 1437 (2014), Yazma Eserler Kurumu neşr.; 6.c., 5423.s.
[5] http://www.sivas.im/divrigide-yemek-kulturu-1689.html
[6] https://kelimeler.gen.tr/tohinik-nedir-ne-demek-304706
1 note · View note
hurufi · 6 years
Text
Noel Yeniyılınız Mübarek Olsun
Cum’â nemâzı hengâmında taqsim mescid-i dırarının önünden geçerken, dinayet hutbesini oquyan bir hoc’fendinin xoparlörden nutqunu duydum, kenara çekilib qayd etdim:
 “Dear Möminler,
Bu haftaki xutbemiiiz, xutbelerin başqa dillerde oqunmasının câiz olması haqqındadır. Bir taqııımları cumhûriyyetimizin qurucusu m. qamal rahmetullahi aleyhin devr-i seâdetindeki inkilâb-ı şerîflerinin en möhümmlerinden olan “ezanın ve hutbenin türkceleşdirilmesi” inkilâbı aleyhinde ileri geri qonuşuyorlarmış. Eger eyle olmasa, siz benim bu xutbemi nasıl anlayacaqdınız cemaat?
(Cemaat qafasını sallıyor. İçlerinden biri: “Xocam biz ukraynada dil bilmeden de anlaşıyorduq, annadınmı?”)
Sus, terbiyesiz. Abdestimizi bozacaqsın...
Turist kardeşlerimizle ilk mekteb üçüncü sınıfdan beri ta’lim etdiğiniz ingilizce ile anlaşabiliyorsunuz tabii. Faqat arabca öylemi? değil. Reiz-i evvelimiz onun içün size latin harfleriyle ta’lim imkânı verdi. Nankörlük etmeyin cemaat.
How are you, mü’minler? Kürd açılımı olunca size kürdce selâm da verebilirim. Faqat şimdi bunun zemânı değil. Bunda hikmet-i hukûmet vardır, qardeşlerim. Teröristlik yoqdur.
 Dear Mö’minler, brothers, sisters and children,
Dininiz devletin güvencesi altındadır. Eyle ki, dininiz devletin uydurması altındadır. “Ne ‘alâqa?” deyib Allahın ğazâbını çekmeyin. İçinizde by-lockcu kâfir varsa, derhâl câmiden çıqsın. Auramı bozuyor.
Beylece, friends and sisters,
‘Arabca xutbeyi anlayamayacağınıza göre devletiniz size anlayacağınız dilden xutbe oqutuyor. Verginizi verin, sesiniz çıqarmayın...
Allah hepimizin belâsını versin.
 Günün ma’nâ ve ehemmiyyetine dâîr xutbemizin geriye qalan qısmı, yarın dînden çıqacaq brothers and sisters ın kondom problemi haqqındadır.
(cemaat gevşiyor)
Kendinize gelin. Dinde utanma yoqdur. Ben söylemezsem bunları kim söyleyecek size? Mâdem içib quduracaqsınız, burası elhamdülillah lâik bir memleketdir. Noel kutladığınız içün mürted olacaq, qarılarınızdan boş olacaqsınız. Sabah nemâza gelseniz bile o saate qadar kim bilir neler edeceksiniz? Beylece veled-i zinâlarınız olması ihtimâli, maaşı mukâbili sizin axiretinizi düşünen dinâyet teşkîlâtımızı endîşedâr etmişdir.
İslâm, ilme karşı değildir kardeşlerim. Kondom, ilmin teknolocinin eseri ortaya çıqmış bir mühimm keşifdir. Kardeşlerim noel kutlayan kâfirler olsanız da bylockcu kâfirler olmayın. Onların tevbesi de maqbûl değil. Allah ömrümden alsın reizimizin ömrüne qatsın. (Ağlıyor, sümüğünü arqasındaki bayrağa siliyor.)
Qardeşlerim elhamdülillah salâlarımız gürül gürül. Mevlîd qandili de doğru gününe dönderildi. Bilmem ki daha Allahdan daha ne istersiniz? Eyle ise bu gece muhaqqaq kondom kullanın cemaat.
SadaqAllahul azim ve kezebtu.”
11 rabiulaxir 1439
2 notes · View notes
hurufi · 6 years
Text
Tumblr media
Battal Ğâzînin ‘Arablığı Haqqında veyâ Batâl Boy Palavralar
‘Acebâ “battal ğâzînin türklüğü haqqında”mı demeliydim? Battal ğâzînin müslimânlığı neyimize yetmez de bu zâtın etnisitesinin peşine düşmüş olayım? Türklük veyâ ‘arablıq ve maa’l-esef Müslimânlanlıq, artıq yeni devir malatyalıları ve türkiyyelileri içün RasulUllah ‘aleyhi’s-salâtu ve’s-selâmın devrindekinden farqlı ma’nâlar ifâde eder oldu. Târixî huviyyeti, o devrde yaşamış müslimânların huviyyetleri qat’iyyetinde olan bir şaxsı, olduğundan farqlı göstermek içün türkiyyede ve malatyada sarf edilen utanç verici mesâi diqqat çekecek seviyyededir.
Cumhûriyyetin te’sîsi zemânından yâdigâr bir câhillik netîcesi xusûle getirilmeye çalışılan târih ideolojisi eseri, anadolunun islâmlaşmasını alp arslan xânın malazgirt seferiyle başlatdılar ve bu şeklde ta’lîm etdiler. Malatyanın ve ‘umûmen anadolunun hazret-i ‘ömer ve hazret-i muâviyyenin stratejisi gereği dâru’l-İslâm olması vâqıâsını yoq saydılar. Anadolunun fethi ve bizansın taxrîbi vazîfesi, hazret-i muâviyyenin en mühimm stratejik hedefi idi. Hazret-i muâviyye, malatyayı feth etdikden sonra bi’z-zât teşrîf etmişler ve buranın îmârı ile xusûsî olaraq ‘alâqadâr olmuşlardı. Malatya evvelce rûmların farslara qarşı hudude şehri iken bu sefer anadolunun fethi içün bizim hudûd şehrimiz olmuş idi. Malatyanın el-batâl ğâzî nin menâqıbında merkezî yer teşkîl etmesi bu sebebledir.
Emevî devri İslâm qumandanlarından ‘abdUllah el-battâl, xalîfe el-velîd ibn ‘abdu’l-Melîk ile xalîfe el-hişâm ibn ‘abdu’l-Melîkin saltanâtı devrinde 96-122 seneleri, gâvurların taqvimiyle 715-740 seneleri arasında ceng etmiş bir Müslimândır. Bu zâtın kim olduğu ne etdiği haqqında muâsırlarından çoq daha fazla ma’lûmâta sâhibiz. Merhûm, beş emevî xalîfesi görmüş, anadolunun içlerine doğru edilen taarruzlarda vazîfe almış idi. “Bir adam nasıl hem ‘arab, hem türk olabilyor? “‘Meşhûr bir ‘arab-emevî qumandanını nasıl seyyîd etmeyi becerdiniz?” gibi suâllerin bir taqım câhil qavmiyyetciler içün ma’nâsı yoqdur.
Emevîler iktidârdan düşüb abbâsî meddâhı râfızî müverrixler, devr-i sâbıqın târîxini yeniden yazmağa başladıqdan sonra, bütün mesâîsi kâfirlerle ceng üzerine olan batâl ğâzînin şaxsiyyeti ‘aleyhinde olmadılar. Faqat müslimânların târîxinde sıqca tesâdüf edilen, iyi niyyetli edebî taxrîfâtı bu zâtın üzerine tatbîq etmeye başladılar. Malatyanın ilk devr müslimânları, hazret-i ‘ali radyAllahu ‘anh ile hazret-i muaviyye radyAllahu ‘anhın ixtilâflarında bile hazret-i muâviyye tarafında durduqları hâlde, bu zâtı “seyyid” ediverdiler.
‘AbdUllah el-battâl ğâzî el-emevî nin târîxce-i hayâtını üç lisân üzere yazdılar. ‘Arabca olanı, “menâqıbu’l zi’l-himme”, rumca olanı “diogenes acritas”, türkce olanı da “battal-nâme” adıyla yazıldı. Muhaddîsîn-i kirâmın usûlüne reâyet edilmediği içün “menâqıbu’l zi’l-himme”, rivâyet qıymeti düşük, içinde târixî unsurlar bulunduran bir martaval hâlini aldı. Rûmların yazdığı martaval, içinde batâl ğâzînin menâqıbından unsûrlar barındırmaqla berâber, sanki onun hikâyesinin fotoğrafcılıq ta’bîriyle ‘arabı yâxud tersini ifâde eden bir metin. Bu sûretle, xristiyân “qahraman” ya’ni “batâl”, müslimânlara qarşı anadoludaki xristiyân-islâm hudûdunda ceng ediyor.
Elimizde, en qadîm nüsxâları üç dört asrı geçmeyen “battâl-nâme”lerde bu metinlerin tercemesi olduğu qadîm ‘arabca el-batâl ğâzînin menqıbelerine sayısız uyduruq mevzu’, hikâye, palavra, şaxs, hâdîse ilâve edilmiş. Bu qadar uyduruq malzemeyi gören türkiyyâtcı ve türk-perest zevâtın, mâdem bu qadar türkleşdirmişiz öyle ise batâl ğâzî de türk olsa gerek şeklinde düşünmüş olmasını bir yere qadar anlamaq mümkin. Faqat, bu noqtada durmayıb, “mâdem ki el-batâl ğâzî menqıbesini bu qadar uydurmuşuz, bu menqıbelerin asıl batâlı, qahramânı da türk ederiz” demek haqîqate qarşı ‘ayıbdır. Müslimânları sâhibsiz zann edib qavmiyyetcilik ayaqlamanın da bir sonu olur.
Eskişehrdeki beş metrelik batâl ğâzî sanduqası bu qafayı teşhîs içün kâfî. Gûyâ anadolu selçuqlu xanımının ru’yâsında ma’lûm olan, batâl ğâzînin ğâib iken bulunan qabri üzerine inşâ edilmiş bu saçmalığın hâlen muhâfaza ediliyor olması ve bi’l-âxere devr-i ‘osmânîde bu aqlsızlığın muxâfaza edilerek bir de üzerine külliye inşâ edilmesi kitlevî ‘aqlsızlaşmamızın nişânesi sayılsa yeridir. “Ru’yâ ile qabir bulma” temasının bir benzerini, eyyûbu’l-ensârî sultan ın qabri münâsebeti ile beş ‘asrdır tecrube etdiğimizi biliyoruz. Eyyûbu’l-ensârî türbesini ta’mîr edenlerin ağzını bıçaq açmıyor olmasının bir sebebi varmı? Eyyûbu’l-ensârî nin türbesinin bulunması menqıbesinde bahsi geçen “qabir taşı” nerede? el-Batâl ğâzînin qabrini eşeleyen zevâtın da, bulduqları bir qadîm taş var idiyse gösterselerdi?
Çuval ve benzeri nesneler içün qullanılan “batâl boy” lâfı, batâl kelimesinin aslı; qahraman ma’nâsındaki ‘arabî iştiqâqından değil; bu gülünç sanduqanın boyu münâsebetiyle intişâr eden mîzâhdan neş’et etmiş olmalı. Ne eyyûbu’l-ensârînin ne de ‘abdUllahu’l-batâl ın beş metre olamayacağını ve bunların qabrlerinin bu mahallerde bulunamayacağını düşünüyor değilim. Faqat bunun bir isbâtı veyâ qarînesi bulunana qadar, ma’qûl şübhemin olmasında bir ğarîblik varmı? Selcuqlu, ‘osmânlı ve türkiyede martaval ihtiyâcı varsa bunun içün başqa vâsıtalarla iktifâ edilmeli. Meselâ bir taqım uyduruq diziler, filmler neyinize yetmez?
1 note · View note
hurufi · 6 years
Text
Battal Ğâzînin ‘Arablığı Haqqında veyâ Batâl Boy Palavralar
‘Acebâ “battal ğâzînin türklüğü haqqında”mı demeliydim? Battal ğâzînin müslimânlığı neyimize yetmez de bu zâtın etnisitesinin peşine düşmüş olayım? Türklük veyâ ‘arablıq ve maa’l-esef Müslimânlanlıq, artıq yeni devir malatyalıları ve türkiyyelileri içün RasulUllah ‘aleyhi’s-salâtu ve’s-selâmın devrindekinden farqlı ma’nâlar ifâde eder oldu. Târixî huviyyeti, o devrde yaşamış müslimânların huviyyetleri qat’iyyetinde olan bir şaxsı, olduğundan farqlı göstermek içün türkiyyede ve malatyada sarf edilen utanç verici mesâi diqqat çekecek seviyyededir.
Cumhûriyyetin te’sîsi zemânından yâdigâr bir câhillik netîcesi xusûle getirilmeye çalışılan târih ideolojisi eseri, anadolunun islâmlaşmasını alp arslan xânın malazgirt seferiyle başlatdılar ve bu şeklde ta’lîm etdiler. Malatyanın ve ‘umûmen anadolunun hazret-i ‘ömer ve hazret-i muâviyyenin stratejisi gereği dâru’l-İslâm olması vâqıâsını yoq saydılar. Anadolunun fethi ve bizansın taxrîbi vazîfesi, hazret-i muâviyyenin en mühimm stratejik hedefi idi. Hazret-i muâviyye, malatyayı feth etdikden sonra bi’z-zât teşrîf etmişler ve buranın îmârı ile xusûsî olaraq ‘alâqadâr olmuşlardı. Malatya evvelce rûmların farslara qarşı hudude şehri iken bu sefer anadolunun fethi içün bizim hudûd şehrimiz olmuş idi. Malatyanın el-batâl ğâzî nin menâqıbında merkezî yer teşkîl etmesi bu sebebledir.
Emevî devri İslâm qumandanlarından ‘abdUllah el-battâl, xalîfe el-velîd ibn ‘abdu’l-Melîk ile xalîfe el-hişâm ibn ‘abdu’l-Melîkin saltanâtı devrinde 96-122 seneleri, gâvurların taqvimiyle 715-740 seneleri arasında ceng etmiş bir Müslimândır. Bu zâtın kim olduğu ne etdiği haqqında muâsırlarından çoq daha fazla ma’lûmâta sâhibiz. Merhûm, beş emevî xalîfesi görmüş, anadolunun içlerine doğru edilen taarruzlarda vazîfe almış idi. “Bir adam nasıl hem ‘arab, hem türk olabilyor? “‘Meşhûr bir ‘arab-emevî qumandanını nasıl seyyîd etmeyi becerdiniz?” gibi suâllerin bir taqım câhil qavmiyyetciler içün ma’nâsı yoqdur.
Emevîler iktidârdan düşüb abbâsî meddâhı râfızî müverrixler, devr-i sâbıqın târîxini yeniden yazmağa başladıqdan sonra, bütün mesâîsi kâfirlerle ceng üzerine olan batâl ğâzînin şaxsiyyeti ‘aleyhinde olmadılar. Faqat müslimânların târîxinde sıqca tesâdüf edilen, iyi niyyetli edebî taxrîfâtı bu zâtın üzerine tatbîq etmeye başladılar. Malatyanın ilk devr müslimânları, hazret-i ‘ali radyAllahu ‘anh ile hazret-i muaviyye radyAllahu ‘anhın ixtilâflarında bile hazret-i muâviyye tarafında durduqları hâlde, bu zâtı “seyyid” ediverdiler.
‘AbdUllah el-battâl ğâzî el-emevî nin târîxce-i hayâtını üç lisân üzere yazdılar. ‘Arabca olanı, “menâqıbu’l zi’l-himme”, rumca olanı “diogenes acritas”, türkce olanı da “battal-nâme” adıyla yazıldı. Muhaddîsîn-i kirâmın usûlüne reâyet edilmediği içün “menâqıbu’l zi’l-himme”, rivâyet qıymeti düşük, içinde târixî unsurlar bulunduran bir martaval hâlini aldı. Rûmların yazdığı martaval, içinde batâl ğâzînin menâqıbından unsûrlar barındırmaqla berâber, sanki onun hikâyesinin fotoğrafcılıq ta’bîriyle ‘arabı yâxud tersini ifâde eden bir metin. Bu sûretle, xristiyân “qahraman” ya’ni “batâl”, müslimânlara qarşı anadoludaki xristiyân-islâm hudûdunda ceng ediyor.
Elimizde, en qadîm nüsxâları üç dört asrı geçmeyen “battâl-nâme”lerde bu metinlerin tercemesi olduğu qadîm ‘arabca el-batâl ğâzînin menqıbelerine sayısız uyduruq mevzu’, hikâye, palavra, şaxs, hâdîse ilâve edilmiş. Bu qadar uyduruq malzemeyi gören türkiyyâtcı ve türk-perest zevâtın, mâdem bu qadar türkleşdirmişiz öyle ise batâl ğâzî de türk olsa gerek şeklinde düşünmüş olmasını bir yere qadar anlamaq mümkin. Faqat, bu noqtada durmayıb, “mâdem ki el-batâl ğâzî menqıbesini bu qadar uydurmuşuz, bu menqıbelerin asıl batâlı, qahramânı da türk ederiz” demek haqîqate qarşı ‘ayıbdır. Müslimânları sâhibsiz zann edib qavmiyyetcilik ayaqlamanın da bir sonu olur.
Eskişehrdeki beş metrelik batâl ğâzî sanduqası bu qafayı teşhîs içün kâfî. Gûyâ anadolu selçuqlu xanımının ru’yâsında ma’lûm olan, batâl ğâzînin ğâib iken bulunan qabri üzerine inşâ edilmiş bu saçmalığın hâlen muhâfaza ediliyor olması ve bi’l-âxere devr-i ‘osmânîde bu aqlsızlığın muxâfaza edilerek bir de üzerine külliye inşâ edilmesi kitlevî ‘aqlsızlaşmamızın nişânesi sayılsa yeridir. “Ru’yâ ile qabir bulma” temasının bir benzerini, eyyûbu’l-ensârî sultan ın qabri münâsebeti ile beş ‘asrdır tecrube etdiğimizi biliyoruz. Eyyûbu’l-ensârî türbesini ta’mîr edenlerin ağzını bıçaq açmıyor olmasının bir sebebi varmı? Eyyûbu’l-ensârî nin türbesinin bulunması menqıbesinde bahsi geçen “qabir taşı” nerede? el-Batâl ğâzînin qabrini eşeleyen zevâtın da, bulduqları bir qadîm taş var idiyse gösterselerdi?
Çuval ve benzeri nesneler içün qullanılan “batâl boy” lâfı, batâl kelimesinin aslı; qahraman ma’nâsındaki ‘arabî iştiqâqından değil; bu gülünç sanduqanın boyu münâsebetiyle intişâr eden mîzâhdan neş’et etmiş olmalı. Ne eyyûbu’l-ensârînin ne de ‘abdUllahu’l-batâl ın beş metre olamayacağını ve bunların qabrlerinin bu mahallerde bulunamayacağını düşünüyor değilim. Faqat bunun bir isbâtı veyâ qarînesi bulunana qadar, ma’qûl şübhemin olmasında bir ğarîblik varmı? Selcuqlu, ‘osmânlı ve türkiyede martaval ihtiyâcı varsa bunun içün başqa vâsıtalarla iktifâ edilmeli. Meselâ bir taqım uyduruq diziler, filmler neyinize yetmez?
1 note · View note
hurufi · 6 years
Text
Malatyada müze açmanın lüzûmsuzluğu haqqında
 Belediyyenin arqasında bir arkeoloji müzesi açılması içün, bir taqım ğayret sâhibi zevât, merkezî hukûmetden parasını bulduqları, belediyye de buna râzı olduğu hâlde, mahallî muqâvemet xâsıl olmuş. İ’tirâz sâhiblerinin dilinin döndüğünü zann etmediğim bu arkeo markeo müzesi malatyaya lâzımmıdır? Malatyaya musallat bu mongol tohumu tefekkür sâhiblerinin babaları, bundan onbeş yirmi sene evvel olur olmaz şey’e “şirk” derdi. Malatyayı kitch, beton, plastik çiçek, qayısı, “m” harfi sembolizmli çirkinliklerle doldurduqları yetmezmiş gibi şimdi de arkeoloji müzesinemi i’tirâz eder oldular? Mezarın üstüne koşu yolu, araba yolu, şelale sevâbıyla teselli bulanların; bir taqım eski taş, put, kıvır zıvırların bir müzede teşhirine tarafdâr olmaları beklenebilirmi?
Üzerinde ot bitmeyen, bir taqım lüzûmlu lüzûmsuz fuarlara mahall olan bir yerin böyle xayrlı bir teşebbüse mahall olmasına sevineceğine pislik atanların “hasud-ı malatya” taifesinden olması layıqdır.
Bunların dillendirdiği şekliyle, “câzibe merkezi olduğu içün arkeoloji müzesinin trafiği artdıracağı”nı iddiâ etmekden daha geri-zekâlıca bir argüman tasavvur edemiyorum. Xalqımız zâten her fırsatda müzeden çıqmayan bir kültürlü xalqdır. Arabalarına biner malatyanın arkeoloji müzesinde devamlı gezerler. Müzelerimiz, hele arkeoloji müzesi de zâten devâmlı xalqı irşâd eden proğramlar tertîb eder. Müzenin qapısında quyruq olurlar, arabalara park edilecek yer bulunmaz, değilmi?
 Axlaq veyâ haset müzesi
Büyük bir xizmet olmaq üzere muxtelîf müzelerin de ihdâs edildiğini görüb oquyoruz. Kezâ bu miyânda muxtelîf ‘âbideler, maqâmlar da ihdâs ediliyor. Faqat malatyanın en ihtiyâcı olan bir müze, belki de memlekete hatta ‘aleme ‘ibret olmaq üzere bekliyor: “Axlaq veyâ haset müzesi” Böylece qadîm kelâm-ı kibârlara mevzu’ olan, “hased-i malatiyye, fitne-i xarput” dedikleri mâhiyyeti düşünmek imkânımız olur. Girişine homo malatyicus heykelini qoyarız. Bir qafa tası, beyin yarı kürreleri yerine ortasından yarılmış qayısı. Ardında, iş yapan adamların ayağını qaldırmaya, onların hevesini qırmaya, pislik atmaya dâir binbir îcadların yazılı, görsel anlatıldığı haset odası, iftirâ odası, kibir odası, qalleşlik odası, nankörlük odası, ğıybet odası, rüşvet-xorluq odası. Müzenin qapısından giren, evvela fısır fısır, sonra car car dedikodu, kahkaha sesleri duyulur. Arada bir müzenin bodrum qatından, ‘aqibetlerinin cehennem olması ihtimâlini ihtâr içün feryâd fiğân sesleri işitilir. Pis bir koku binânın içine yayılır ve ğayb olur. Her beş daqiqada bir binâdaki bütün sesler kesilir ve dâvûdî bir sesle, “Allah zâlimlerin belâsını verecek” diye bir nidâ işitilir. Koridorda yürürken her köşe başında malatyalı iken gebermiş bir zâlimin hikâyesi anlatılır. Nasıl vaqtiyle hökm sürdüğünü, insanlara zulm etdiğini, safâ sürdüğünü faqat şimdi içinde bulunduğu çukurda rûz-ı mahşeri beklediği anlatılır. Bu müzeye giren, huzurla değil; qafası binbir gevezelikle perişan ayrılır. Sanki müze değil qorqu tunelidir. Müzeden çıqan malatyalı Allaha hamd eder, üç gün ru’yâsında bu müzeyi görür, hayâtına nizâm vermek ister.
Etnoğrafya müzesi içün i’lân olunanın benzeri şeklde, “Her kes kendi axlaqsızlıq hikâyesini bize anlatsın. Söz isminizi hikâyenizin altına yazmayacağız.” sloğanıyla reklam verilebilir. Xalqımız burada köroğlu malatyadan geçerken aşkarın kendine pis pis baqması hikâyesinden i’tibâren sayısız qahramanlıq martavallarını dinleyebilir.
Her sene, “en hasud malatyalı” mükâfatı verilen bir vatandaşımız, etdiği âşikare haltlarından ötürü mükâfâtlandırılabilir. Hattâ, san’at-sever xalqımızın pek sevdiği; inönü, donsuz malatyalı heykeli gibi şöhretli heykelleri sırasında yerini alacaq olan bir burğulu adam heykeli, bahis mevzuu müzenin qapısına dikilebilir. Bu heykelin burğulu qafasına o ayın axlaqısınının qafası monte edilib, ayın sonunda yan tarafda teşhîr edilebilir.
 Millî Şef Heykeli
Teklîfime vesîle-i ilhâm olan üstâdın şu yazını da teberrüken buraya derc edeyim. Nehâyetinde memleketin en azman milli şef heykeli hâlen malatyanın hukûmet meydânını kirletir hâlde, sökülüp sevenlerinin gettosuna taşınmayı bekliyor:
 “Millî Şef Heykeli
Akademide Hasan Âli Yücel’in reisliğinde profesörler heyeti toplantısı… Vekil, şimdiye kadar seleflerinden hiç birinin bu makamda kendisi kadar kalmadığını, Köy Enstitüleri, klâsiklerden tercümeler, ansiklopedi gibi büyük hamlelere girişileceğini, akademiden de sanat plânında büyük işler beklendiğini anlatmakta ve sözü o zaman birdenbire modalaşan ve göze girme vasıtası haline getirilen “Millî Şef” heykellerine getirmektedir. İnönü heykeli… At üstünde Millî Şef… Akademinin bir pavyonunda yapılmaya başlamış ve yüksekliği damı aştığı için çatıyı delmek zoru doğmuştur. Akademiye girerken sol taraftaki hangar biçimli binanın tepesinde garip bir manzara… İnönü’nün, denizden başını çıkarması ve “ce!” demesi gibi, çatının içinden fırlama kafası… Gövdesi ve atı içeride kalıyor.
Anlattıklarına göre, yerini aldığı zâta ait, nerede ve ne şekilde heykel varsa o da aynını istiyor. Meramı Taksim âbidesinin arka plândaki ikinci, üçüncü adamlar kadrosundan çıkmak, başı doldurmak… Nitekim, işte banknotların üzerindeki eski resim de kaldırılmış ve yerine onun kellesi oturtulmuştur. Selefine “Ebedî Şef” ünvanının yakıştırılmasına karşılık ona “Millî Şef” yaftası uygun görülmüş, fakat bu az gelmiştir.
Profesörler meclisinde heykel meselesi konuşulurken Mistik Şair, önündeki kâğıt üzerine birtakım sıkıntı karalamaları döküyor ve bu hareketi vekil Beyefendinin dikkatini çekiyor:
– Ne karalıyorsun kâğıda, şair?
– Sıkıntımı karalıyorum!
– Bu bahis sana sıkıntı mı veriyor?
– Bir şey veriyor ama, sıkıntı mı, yıkıntı mı, bilemem!
– Söyle açıkça fikrini, çekinme!
– Birazdan, müdür odasında arzederim.
Hasan Âli, Mistik Şair’in, fikrini bildirmesi için mahremlik aradığını sezdi ve toplantı bitince müdür odasında, beraberlerinde yalınız Burhan Toprak, onu konuşmaya davet etti.
– Söyle bakalım!
– Efendim, yabancılar arasında siz bir Maarif Vekilisiniz ve bu sıfatla pek dik çıkacak olan sesime tahammül edemiyebilirsiniz. Fakat aramızda bir arkadaşlık tarafı olduğu için, tenhada, müsamahanıza güvenerek size fikrimi söyleyebilirim.
– Dinliyorum.
– Şu heykel işini şöyle yapsak: Avrupa’ya, ayakta, at sırtında, şu veya bu biçimde şanlı gövdeler ısmarlasak; boyun yerlerini de burgulu yapıp, ölen ölünce kafasını çıkarsak ve yenisinin başını oraya burgulayıversek; nasıl olur?
Burhan Toprak, kahkahadan kırılmamak için ağzını eline gömmüş, sarsılırken, Hasan Âli kıpkırmızı; ve yüzünün sol tarafiyle resmî, sağ tarafiyle de hususî olarak, ağlamaklı ve gülümsemeli!..
(Bâbıâli’den)”
0 notes
hurufi · 7 years
Text
malatya da anish kapoor heykeli
Tumblr media
Anish Kapoor un geçen sene New York da çalınan eseri Malatya da ortaya çıqdı. Sanğat muxabirimiz Azzet İşbilir in farq etdiği bu mühimm eserin içinde kenârında ve mümkîn olan her yerinde fotoğraf çekdirmek isteyen edebsiz sanğat-severlerin cihânın dört bir tarafından Malatya ya hücûm etmesi bekleniliyor. Tafsîlîne terbiyyemizin müsâid olmadığı bu müdhiş heykelin bir tarafında malatya belediyyesinin dîger tarafında Türkiya Ekonomi Bankası nın ‘alâmetlerinin bulunmasının pek ilhâm verici olduğunu qayd eden sanğat-severler, Malatya daki bu sanğat açılımının devâmının gelmesi xusûsunda dilekde bulunmaq üzere İsmet Baba heykelinin bir yerine çaput bağladılar. Malatyadaki sanğatsal açılımların izine düşen Dünya Feministler Cem’iyyeti Reîsesi Rebeka Abrahamyan bütün qadınlıq ‘alemini heyecanlandıran heykelin tek olmadığını eger ‘ibret nazarı ile baqılırsa qayısı heykellerine dahi yüksek sanatsal ma’nâlar verilebileceğini faqat bu Anish Kapoor heykelinin ilhâm vericilikde yektâ olduğunu ifâde etdi.
Keyfiyyeti kendine ‘arz etdiğimiz yetkili zât; “Şehrimizin böyle bir heykelle şöhret bulması haqqındaki endîşelerinizi anlıyoruz. Faqat bu, Mustafa Sabrî Efendi İmam Lisesinin adının değişmesi gibi ivedî bir iş değildir ki sür’atli hareket edebilek. Yetkili orğanlarımızı harekete geçirdik. Üç vakte kadar bir sanğatkar komisyonu kurup îcâbına bakacağız. Ne Müslimâna yaranabiliyoruz, ne kamaliste. Biz de şaşırmışız, ne edek? Hadi biz uyuduk, koskoca TEBankası damı uyudu? “TEBankası, bu sanğat nesnesi ile belki de kredi vererek sizin ...” diyen bir taqım malatyalıların bulunduğunu biliyoruz. Faqat bu heykel husûsunda müftî efendi de bir şey’ dememişdi. Hattâ heykel yapmanın ve dikmenin islâmda büyük sevâb olduğunun âyet ve hadîslerle isbâtı haqqında bir risâlesini bize verdi. Kendi de boş zamanlarında reis-i cumhûriyyet hazretlerinin heykelini yapıyormuş. San’at ‘aleminde “püftü kapoor” diye şöhret sâhibiymiş. İsmet heykelinin yerine onun heykelini dikmeyi düşünüyorduk. Belki de aniş kapurun heykelini onunkiyle değişdiririz.” dedi.
‘Acebâ bu heykel mes’elesini mevzu’ ederek ‘ayıb etmiş, üstâdın buyurduğu üzere, sâfî dimâğları tağşîş etmiş oluyormuyuz? Bu ve benzeri heykel müsvetteleri ile etrâfı kirletenler ‘ayıb etmiyor da bunu tenqîd edenlermi ‘ayıb etmiş oluyor? İnşâAllah, Reîs cenâblarına ve cümle san’at-severlere intiqâl etmesi vukuunda Malatya yı rezîl edecek ve elân rezîl eden bu heykel bir ân evvel ortadan kaldırılır. Bundan sonraki hareket, “Bu +18 heykel çocuklarımızın axlakını bozuyor.” diye elde çuval nümâyiş eylemek.
0 notes
hurufi · 7 years
Text
Qanal-boyu nun ma’qûs târîxi- 2
II.Qanal-boyu nun tâlîhsiz quşları
Rivâyete göre, ağac qatilliği ile bed-nâm şehrcilik dâhîsi olan zât, çınarların altında yürüyüb ahkam keserken terörist bir serçe yuqarıdan ağzına pislemiş. Pişkin şeherci, bunun tâlih pislemesi olduğuna hükm etmiş. Quş pisliğinin ta’bîri artıq ma’lûm oldu. Bey-efendiyi muxâfaza etdikleri koğuşun zemînini xusûsî olaraq, şehrimizi tezyîn etdiği renkli qaldırım taşlarından döşemişler. Hücrenin duvarlarını yal betondan inşâ etmişler ki tahta, ağaç gibi nesneleri görerek mahbûs olduğu yerde psikolojisi bozulmaya. Mahbes filmlerinde görülen, volta atarken quşlara baqaraq hürriyeti düşünen mahkûmların ‘aqsine, bey-efendi her hangi bir quş serçe nev’inden maxlûq görünce ‘asabîleşiyormuş.
Şu bed-duâyı maqtûl ağacların dilinden söylenmiş sayın:
“Güneş yaklaşdırılıb yaş-kesen baş-kesen ayrıldığı hesāb gününde, Cenāb-ı Haqq, bizleri yasını tutduğumuz ağaçların kölgesinde, ağaç kâtillerini de yere döşedikleri rengli kaldırımların üzerinde haşr eylesin. Âmîn”
 III.
Qanal-boyu nun tâlihsiz yarasaları
Henüz qanal-boyunu taxrîb projesi başlamadan evvel, qanal-boyunda yaşayan ve qoruma altında olan yarasaların yaşama yerlerinin taxrîb edileceği haqqında bir dilekce yazmışdım. Salâhiyyetli merci’ler, gelip baqmışlar ve böyle bir maxlûqun yaşamadığına qanaat getirmişler. Hâl buki hâlen qalan bir qaç yarasa dahi bunları tekzîbe kâfî. Meyve yarasası olan bu hayvanların bütün hayat sâhalarını taxrîb etdiler.
 IV.
Ağaç kesmenin psikolojisi haqqında
Hürriyet parkı dedikleri yerin etrafında evvelce bir duvar ve içinde ağaçlar vardı. İnsanlar bu ağaçların arasında yürür, otururdu. Şimdi, kafeler, restoranlar, sipor aletleri, tartan pist, havuz ve sâirenin arasında bir kaç tane ağaç qaldı. Yaqında bu ağaçlardan da kurtuldukdan sonra, etrafı aydınlatan lamba direklerinin gölgesinde gezinip, rutubet kokan havuz müsvettesinin ortasında duran ışıklı kuğunun seyri ile yetineceğiz.
Bu muhteşem lamba direği parqının yanı başında, beton şelaleden gelen suyu içinden geçiren beton-boyu kanalının etrafındaki muhteşem kaldırım taşları ve bahalı mermerlerin muhteşem reng oyunlarının üzerinde yürüme hevesiniz ziyadeleşirken, bir qaç sene sonra kesilesi ıhlamur ve bonus ağaçlarının etrafında gezinebilirsiniz.
Burada yanlış bir şey’ler oluyor ve bu mâhiyyet bana; şehircilik, belediyyecilik, mi’marlıqla değil, psikoloji ile ‘alâqadâr gibi geliyor.
Birileri, hem de bu xusûsda söz söylemek, qarâr almaq iktidârında birileri, bu edilenleri beğeniyor olmalılar. ‘Aqsi taqdirde bunların yapılması ma’nâsız olurdu. Bu işden xâsıl olacaq netîcelerin siyâsî, kültürel, çevre fâidesine inanıyor olmalılar. Bu park ve kanal işlerine aqıtılan paraların müsbet geri dönüşü olacağına inanıyor olmalılar.
 V.
Qanal-boyu ve şehir-boyu ağaç diblerinin çöplük olması haqqında
Qaldırımlar yapılırken ağaçların diplerine qadar kum yürütmelerinin qasdi bir xata olmadığını düşünmüşdüm. Bi’l-âxere öğrendim ki bu iş, bir qasda mebnî imiş. Ya’ni bu işe qarar veren aql-ı evvel, ağaçların diblerinde ot bitmemesini irâde etmiş. Hattâ bu sebeble, bütün ağaç çevreleri husûsî tertîbâtla qapatılmış ve burada “topraq” ve bitki bulunmaması içün xusûsî ğayret gösterilmiş.
Anka psikiyatri merkezinin önündeki üç ağacın etrâfındaki kumları temizletdim. Buralara topraq getirtdim ve zambak diktim. Bir sabah baktım ki zambakların boyunlarını kırmışlar. Evvelâ bunun, oraları mesken tutmuş veletlerin işi olduğunu düşündüm. Hâdise tekrârlayınca kameralardan baktım ki bu işi yapan, sokakları temizleyen me’mûrmuş. Bu gibi “otları” yolaraq ağaç diblerini “temiz tutmak” ta’lîmatı almışlar. Ya’ni, ağaçların dibinde benim diktiğim mor zambaklar “sökülesi pislik ot” sayılıyor.
Lûtfen kışla caddesi boyunca vve sâir yerlerde ağaç diblerinin ne maqsadla qullandırtıldığına bir nazar edin. Benm zambaklarıma musallat olub yerine beton dökmek merâqlısı idâre, bütün şehrin ağaç diplerini çöp toplama mahalleri olaraq qullandırtmaqdan rahatsız olmuyor.
 VI.
Qanal-boyundaki ağaçların intihârı haqqında
Hürriyyet parkındaki ağaçların birer birer quruduqlarını bilmeyen varmı? Kendiliğinden kuruyor bu ağaclar değilmi? Ağaçlar kendi kendilerine intihâr ediyor olabilirlermi? Hemen kuruyan ağaçların yerlerine bodur genetiği bozuk plastik ağaçlar diktiklerini farq etdinizmi? Eğer bir iki qurumuş ağaç bıraqıldı ise sebebi ya üzerine ışıldak fırıldaq asılması veyâ bir ilan asmak içün direk vazîfesi görmesidir.
Hangi şehrcilik dehâsının fikri ise, ağaçların altlarına koydukları ışıldaklar vâsıtası ile alttan “yeşil” lambalarla bu olmayasıca ağaçları aydınlataraq muhteşem görüntüler husûle getiriliyor. Faqat hîçbir güzellik, iğrenç kokan hürriyet parkı havuzunun ortasındaki pembe floresan kuğusunun manzarası ile yarışamaz. Bu sanğat abidesi, hotanto ve buşmen estetiği incelemekden bıqmış antropoloğların malatyayı ziyâret sebebidir.
0 notes
hurufi · 7 years
Text
Qanal-boyu nun ma’kûs târîh
I.
Mongol isti’lâsı
Moğollar İslâm şehrlerini ta’lân etdikleri zemân, insân ve heyvân nâmına ne varsa qatl eder, sâdece bir kişiyi ellerini ve qollarını kesdikden sonra canlı bıraqırlarmış ki etdikleri vahşeti anlatacaq kimse qalsın diye.
Qanal-boyu, geçen sene mongol isti’lâsına mâruz qaldı. Qanalın aşağı başında, qapalı spor salonu ile anka psikiyatri merkezinin tam ortasında, qanal-boyu etrâfında dikilmiş ağaçların en eskisini ortasına qadar baltalarla yaraladıqdan sonra, edilen mezâlimin şâhidesi olaraq bıraqdılar.
Hasbe’l-qader oradan geçen bir mi’mâr xanım, “Ne ediyorsunuz? Bu ağaç kesilirmi? diye i’tirâz etdikden sonra merhamete gelib yarısına qadar kesdikleri ağacı bıraqdılar. Bu ağacı kesmekden vaz geçdikleri içün sırada boynunun vurulmasını bekleyen bir qızıl erik ağacının da hayâtını bağışlamış oldular. Bahis mevzu’u çılğın proje aşağı yuqarı bitdiği içün ma’lûm oldu ki bu ağacı kesmek içün bir sebeb de yoqmuş. Kesmeye cinâyet etdikleri ağaç, tahmînen yetmiş yaşında, kanalın açıldığı günlerden qalma bir çınar. Hâlen içeride rüşvet-xorluqdan hesâb veren mahbûs şehrcilik dâhisi zâtdan sudûr eden bir vecîzeye göre, “Şehrcilik prensiplerine uyğunsuz çınar cinsi” bir ağaç.
Bahis mevzuu çınarı bundan bir kaç sene evvel de fazla uzun olduğu içün budamışlardı. Mübâlağasız 12 metre boyundaki ağaç, mongol şehrcilik prensiplerine göre fazla uzunmuş. Her biri birer budama dahisi mütehassıslar tarafından bir kütük haline getirileren bu mazlûm çınarın tepesini kesmek içün getirdikleri vinçin boyu kâfî gelmeyince gövdesinin ortasından kesmeyi aql etmişlerdi.
Bu maqsadla savcılığa vermek üzere bir dilekce yazmışdım. Dilekcemi oquyan ve bu işlerden anlayan bir zât, “boş işlerle uğraşmamamı, bu gibi dilekclerden bir şey’ çıqmayacağını nasîhat etmişdi. Bahis mevzuu ağacla ‘alâqadâr qısmını buraya derc etmek istedim:
“Malatya tarihinin bir parçası olarak Malatyanın şehir olarak gelişmesinin en mühim merhalelerinden olan Kanalboyunun inşasını yad için dikilmiş, son tahrib ve inşa faaliyetinden sonra bu mıntıkada belki de Kanalboyunun 70 sene evvelki inşasını hatırlatacak son doğal abide hükmünde olan bu ağacın korunması ve yaralarının tedâvîsi içün yazıyorum.
Söz konusu ağaç, 1945 senesinde inşa edilen Malatya’nın korunması gereken soyut kültür varlıklarından Kanalboyu’nun açılmasını yâd vesilesiyle “şahide” olmak üzere dikilen çınarların son örneklerindendir. Bu istikametdeki bütün ağaçlar kesildiği için kanal boyunda kalan son ağaçdır. Kanal, bu noktadan Sivas caddesine kıvrıldığı noktaya nişane olarak dikilmiş, bu tarihten sonra Kanalboyunda yapılan bütün tadilat faaliyetlerinde bu ağacın korunmasına ihtimam gösterilmiştir.
Kent hafızasında yeri olan Kanalboyu’nun son şahidi olan bu ağacın korunması suretiyle proje tanzim edilebilecekken, evvela çok yüksek olduğu gerekçesi ile ortasından kesilmiş, 06.04.2017 itibarı ile de kesilmesine teşebbüs edilmişdir. İlişikteki resimde görüldüğü üzere kesilmesine engel olunan söz konusu ağacın tescili için Sivas Koruma Kurulu ve İl Kültür Müdürlüğünün değerlendirmesine imkan verilmelidir.
Anlaşıldığına göre, belli bir estetik anlayış çerçevesinde, münasip görülen ağaç, taş, beton terkibi içinde düzenlenilmesi düşünülen Kanalboyu’nun tanziminde, kent hafızası değerine i’tibar yokdur. Ağaçlara, canlıya hürmet yokdur. “Kesdiğimiz ağacın yerine yenisi dikiyoruz.” diyenlerin kendi varlıklarını nasıl bir ahlaki zemine oturttuklarını bilmiyorum. Kültürel sürekliliği temsil eden 72 yaşındaki bir çınar ağacını baltalayanların, “yeni ağaç dikiyoruz.” demesine cevap vermekten utanıyorum.”
28II1439/18XI2017
https://goo.gl/QZ6SSV
0 notes
hurufi · 8 years
Text
Halt evleri
I.
CHPnin halk evlerinden çıkan halt oyunları
Câhilliğin ve bâ-husûs CHPliliğin lüzûmu yok. Kız-erkek karışık oyunlarının bu şekliyle icrâsının, “bin senelik anadolu kültürü” ile ‘alâkadâr olmadığını ve memlekete musallat olan dînsiz CHP idolojisinin mahsûlu olduğunu, her ‘aklı başında türkiyeli Müslimân bilir ve bilmelidir.
Halk evleri denilen ve bir uğursuz numûnesi malatyada da bulunan[1] teşekküllerin varlık sebeblerinin evveli, Müslimânların ahlâklarını ifsâd etmekdi. Merkezî irâdenin tasarrûfu ile, mekteb çocuklarını zorla bu rezîl yerlere celb edip, kızlı-erkekli sosyalleşmeye mecbûr ediyorlardı. Kadın ve erkeklerin ayrı ayrı oynadıkları oyunları standardize hale getirdikden sonra, bu oyunların koreografilerinin bugün gördüğümüz şekle sokulması halk evlerinde oldu.
Cumuriyyet müctehîlerinden hayrettin karaman, kendi menâkıbını yazdığı xâtırâtında, ilk mekteb zamanlarında 1940 ların sonundaki rezîlliği şu şeklde tasvîr ediyor:
“O zamanlarda Halk Evleri bir uygulama başlatmışlardı; okul öğrencilerine dans öğretmek. Bunun için son sınıf öğrencilerini öğretmenleriyle berâber Halk Evinde götürdüler, orada her birimizi bir kız arkadaşımızla eşleştirdiler, önce bir bayanla bir bay öğretmen akordeon eşliğinde bans ettiler, sonra da biz onlardan gördüğümüzü yapmaya çalıştık. … O günün yönetici ve öğreticilerinin öncelik verdikleri şey, dans öğreterek bizim de medeni dünyaya katılmamız” imiş.” [2]
Halk evlerindeki halkiyyâtcılar, anadoludaki bütün halk danslarını zabt etdiler ve koreografilerini cumhûriyyet ideolojisine uydurdular. Malatya ve etrâf vilâyetde oynanılan halayların aslâ kadın-erkek yan-yana, kol-kola oynanmazdı. Bu rezîllik cumhûriyyet îcâdıdır.
Kendini ‘alevî olarak tavsîf eden kimselere iftirâ eden CHPlilere, kendi halklarının ve mezheblerinin nasıl olması gerekdiğini söylemek üstümüze vazîfe değil. Fakat târîhen, en azından bektâşîlerin tatbîkâtı i’tibârı ile, icrâ edilen semalarda aslâ kadın ve erkekler bir arada değillerdi. Şâyet bununla ‘alâkadâr bir iddiâları varsa, buyursun göstersinler. Bu gün icrâ olunan şekllerin hîç biri, anadoludaki heterodoks dînî zümrelerin kadîm tatbîkâtında mevcûd değildi. İbâhî denilen ve her türlü cinsî rezîlliği tecvîz eden mezheb sahîblerinin; bir zamanlar, kadınlı-erkekli karışık bir takım tatbîkâtlara cevâz verdiklerini biliyoruz. Fakat bugün kendini ‘alevî ve bâxusûs bektâşî olarak ta’rîf eden tarîkat, mezheb ve dîn mensûblar bu zümrelere mensûbiyyetlerini redd ediyorlar. Halk evleri vâsıtası ile tahrîf edilmiş halk oyunlarının müdafaası böyle olmaz.
Pek a’lâ bir zümre, bu tarz, kızlı erkekli karışık dansları tasvîb edebilir fakat biz Müslimâların onlarla, ne işimiz olur?
II.
İslâma göre halk oyunu ve benzeri raksların hükmü
Bu husûsda ahkâm-ı İslâmiyyeyi beyân eden ebu’s-suûd efendi, fetvâlarında raksın ve hattâ raks benzeri, ayak hareketli âyînlerin câiz olmadığını tafsîlâtiyle beyân ediyor:
Ebu’s-suûd efendinin, “Şimdiki zemân sûfîleri[nin] etdikleri raks, fi’l-hakîka, kâfirlerin horos tepmesidir ve bunların fi’lleri kefereye teşebbühdür.” [3] Ebû’s-suud efendinin bahs etdiği “horos tepme” yâhud “horon tepme”; gûyâ anadolu kültüründen sayılıyor. Buna “halay tepme” veyâ “mevlevî raksı”nı da katabilirsiniz. Bütün bu raks şekillerinin, İslâmî yaşama ve düşünme şekliyle bir ‘alâkası yokdur.
İslâm halkı içün asıl olan RasûlUllahın sünnetinde, tarz-ı hayâtında raks yokdur ve bununla ‘alâkadâr her türlü bîhûde ğayret, iknâ edicilikden uzakdır.
III.
malatya vâlîsine ve millî eğitim müdîrine ve savcılarına, Ebû’s-suûd efendi cânibinden emr olunur ki:
“Mes’ele: Raks ve devran eden tâifesyi vâlîler ve hâkimler men’ etmek üzerine vâcîbmidir?
El-cevâb: Vâcibdir. Vazîfeleri emri ma’rûf ve nehyi ‘ani’l-münkerdir. [Bunlar,] vazîfelerini etmeyicek [ya’nî etmezlerse, bunların yerine] bir imâmet eder müteşerri’ kimse nasb olunmak lâzımdır.” [4]
Demek ki İslâm ‘âlimlerinin, bu cümleden fıkhî otoritesi cümleye ma’lûm olan ebû’s-suûd efendinin İslâmî hükmlerden anladığı, bu. Şâyet İslâmî nasslardan başka türlü anlayanlar var idiyse ve bunların mukallîdleri başka fikrler, ‘ameller peşinde iseler, kendileri bilir. Fakat, ebû’s-suûd efendinin anladığı şeklde anlayan ve yaşamaya çalışan, türkiyeli türk ve kürd, hanefî ve şafiî Müslimânların tarz-ı hayâtlarına lâiklik iddiâcısı idârenin hürmet göstermesi lâzım gelir.
Anlaşıldığına göre, devletin başında duran zâta ve bunun ta’yîn etdiği vâlî ve ondan aşağı me’mûrların, ebû’s-suûd efendinin fetvâsına göre mes’ûl oldukları bir, iyiliği emr etme ve fenâlıkdan men’ etme vazîfeleri varmış. ‘Acebâ onlara bu vazîfelerini hâtırlatan bir kimse kaldımı?
Bütün etdiği bu husûsdaki fikrini internetde yazmakdan ‘ibâret bir Müslimânı, üç-buçuk cazgırı memnûn etmek içün sürmeye, soruşturma açmağa, hattâ isterse mevki’ini muhâfaza etmiş olsunlar başka bir yere nakl etmeye kalkışanlar, rûz-i mahşerde hesâblarını verirler.
Bu halt oyunları ile Müslimân evlâdının ahlâksızlaşmasının önünü açanlar hesâblarını verirler.  
=========================
[1]Malatyadaki halk evi binâsı, kazmalı baba tekyesi etrâfındaki Müslimân mezârlığının üzerine inşâ edilmiş bir Allahsızlık, ahlâksızlık, dînsizlik numûnesi bir binâ idi. Bu uğursuz binânın yer ile yeksân olduğunu görmek nasib olur, İnşâAllah.  
[2]Hayrettin Karaman, “Bir Varmış Bir Yokmuş”, İz neşr., 1430 (2009), 2.neşr.; 1.c., 65.s.: Ayrıca bk., 14,29,30,61-70.s.; Bu zâtın bozuk imlâsının tashîhi şu şeklde olmalıdır: ““O zamanlarda Halk Evlerinde bir uygulama başlatmışlardı: Okul öğrencilerine dans öğretmek. Bunun için son sınıf öğrencilerini öğretmenleriyle berâber Halk Evinde götürdüler. Orada her birimizi bir kız arkadaşımızla eşleştirdiler. Önce bir bayan [öğretmenle] bir bay öğretmen, akordeon eşliğinde dans ettiler. Sonra biz, onlardan gördüğümüzü yapmaya çalıştık. … O günün yönetici ve öğreticilerinin öncelik verdikleri şey, dans öğreterek bizim de medeni dünyaya katılmamız” imiş.”; Hayrettin beyin ifşaat-nâmesi hükmündeki bu kitâbda sayısız rezîllikler bilemediğim bir fâideye mebnî anlatılmış. Müslimânın işlediği haltları teşhîr etmeyib saklaması lâzım gelirken bu adamın bunları ifşâ etmesinin nasıl bir nmaksada xizmet etdiğini bilmiyorum: Hayrettin beyin cinsî uzuvlarının sıhhatli olması (14.s.); kızların ona kur yapması (30.s.); hayrettin beyin “…söğüdüne su yürümüşe benzemesi” bu büyük fıkıhcının “etdiği cimanın guslüne değmesi” (61.s.); ba’zı sünnîlerin râfızîlerin kesdiğini yememesi ve bunlara kız vermemelerinin ayıblanması (63.s.); râfızîlere “Müsliman” denilmesi (63.s.); yalancı şâhid tutması, yalancılığı (68.s.); haram yemesi (70.s.) pek samîmî ve edebî bir uslûbla anlatılmış!
[3]Ebû’s-suûd Efendi (M.Ertuğrul Düzdağ), (Çorlulu Sinân ibn Ramazân efendinin tasnîf etdiği) “Fetvâ Mecmuâsı”, [(Süleymâniyye Kütüb-xânesi, İsmihân Sultan, 241 numara)]; “Şeyhulislâm Ebussuud Efendi Fetvaları”, İstanbul-1430 (2009), Gonca neşr., 6.neşr.; 125.s. : Ebû’s-suûd Efendi (M.Ertuğrul Düzdağ), “Şeyhulislâm Ebussuud Efendi Fetvaları”, İstanbul-1403 (1983), Enderun Kitabevi neşr., 2.neşr.;  83.s.: Bu kitâbın neredeyse temâmen çorlulu sinân ibn ramezân efendi tasnîfi olduğu hâlde bunu doğru dürüst bahs etmediği kayd edilmeli; (Pehlül Düzenli, “Şeyhulislâm Ebussuud Efendi Fetvaları”, İstanbul-1433 (2012); Osmanlı Araştırmaları Vakfı neşr.; 19.s.); Ertuğrul düzdağ beyin ne içün kitâbın üzerine adını yazdığını bilmiyorum. Mârifeti, ‘osmâlıca bir metni okumakdan ‘ibâret olan adam, kitâb neredeyse temâmen ebû-s-suûd efendiye ‘âidken adını niye yazar. :  Ebû’s-suûd efendiye nisbeti sahîh olan fetvâlar içinde bir takım kimselerin bu zâta nisbet etdiği, semâya ve raksa cevâz verdiği hakkındaki fetvâların aslının olmadığı bu eserde mazbût; Pehlül Düzenli, “Şeyhulislâm Ebussuud Efendi Fetvaları”; 175-178.s.
[4]Ebû’s-suûd Efendi (M.Ertuğrul Düzdağ), “Şeyhulislâm Ebussuud Efendi Fetvaları”, İstanbul-1430 (2009), 6.neşr.; 126.s.
0 notes
hurufi · 8 years
Text
Her iş biter, bu halt oyunları kalır
I.
yatmışları râzı değilem kimse uyandıra
millet nice yağma olur, olsun ne işim var?!
düşmenlere muxtâc olur, olsun ne işim var?!
koy ben tox olam, özgeleri ile nedir karim,
dünyâ vü cihân ac olur, olsun ne işim var?![1]
Kadın-erkek karışık oynayan halkın oyununa halt oyunu diyen zâtı bir başka mektebe, eski makâmını muhâfaza ederek müdîr muâvini olarak ta’yîn etmiş veyâ sürmüşler. Ne bu zâtı ne de ta’yîn olduğu mektebi bildiğim içün, vâki hâdisâtı tahmînle iktifâ edeceğim.
Anlaşıldığına göre; vâlî bey ve emrindeki zevât, hâdiseleri soruşturma açmak içün kâfî görmüşler. Bu hâdîseden haberdar olan ve millî eğitim nâzırı olan ve maarifden anlayan zât, halt oyunları ta’lîmine müdâhele etmedi; kültür bakanı olan ve operadan, san’atdan anlayan zât, bu husûsda lüzûmlu müdâheleyi medâr bir hâl görmedi; fıratın kenârında otlayan kuzunun kaygısında olan reîs-i cumhûr hazretleri bu mes’eleyi, takvâsını arttırmaya vesîle görmedi; reîs-i diyânet olan ve makâmı ile berâber olmayasıca adam ve onun etrâfında ekmek parası kazanan püftü, kıldırgaç, ölü-yuyucu zevât ve me’mûrlar, fetvâ vermeye gerek bir mes’ele duymamışlar; kadılar da’vâ açıb halt oyunu ahlâksızlığı ‘aleyhinde harekete geçmediler. Malatyada nâmûskâr halkımız bu vaz’iyyeti protesto içün toplanmadı; muhâfazakâr ve milliyetci partiler, bahis mevzu’u hâdiseyle ‘alâkadâr müdir muâvinini destekleyici beyânatda bulunmadılar.
Hâl buki CHP liler ve başlarındaki adam, bu hâdîseyi kendi halkının oynama şeklini tenkîd saymış ve müdîr muâvininin cezalandırılmasını istemişdi. İşe bakın ki birçok hâlde ahmakları uyandırmak içün fâideli olan bu protesto da netîce vermedi:
ses salma, yatanlar ayılır, koy hele yatsın,
yatmışları, râzı değilem kimse uyatsın.
tek tek ayılan varsa da, Hakk dadına çatsın,
men sâlim olam, cümle cihân batsa da batsın.[2]
Elbette ki işimiz gücümüz, kazanacak ihâlelerimiz, öpecek yerlerimiz, mübârek ceblerimiz, atacak nutuklarımız, hizmet bekleyen vakıf ve derneklerimiz, evde evlâd u ‘ıyâlimiz, efendim filistin da’vâmız, moro, bağdâd boyu mes’elelerimiz var. Neymiş? halt oyunları ile Müslimân evlâdının ahlâkı bozuluyormuş. Bozulmasın. Mecbûrmu etmişiz, sanki? Sakın o müdür muâvini “paralelci” olmasın? Gerçi modası geçdi ama, “ergenekon” olmasın? Ülkücü olabilirmi? Bu kadar işimizin gücümüzün cihâdımızın ortasında, şu mes’eleye bak. Biz “hizmet” içün varız. Fabrika, köprü, ihâleden bahs edin bana. Hizmetlerimizin önünü kesmek içün provakasyon olmasın?
1923 den beri 96 hicrî sene böyle geçdi. Birçok hâlde dînsizlerin taarruzlarını def’ etmek içün halt oyunlarından daha mühimm mes’eleler açıldı. Bu mes’elede dîgerlerinin yanında, hattâ dîger mes’elelerin parçası olarak hükm sürdü, Müslimânların ahlâkını tahrîb etdi ve ediyor. Şeyhu’l-İslâm mustafa sabrî efendiye bir mes’elede, “Her iş bitdi bu işmi kaldı?” dediklerinde “Her iş biter bu kalır.” dediği gibi bu mes’ele kaldı, kalıyor. Müslimânların ‘umûmî ahlâksızlaşmasının kadın-erkek münâsebetlerindeki dînsizleşmenin, protestanlaşmanın parçası olmak üzere, bütün müştemilâtı ile berâber bu mes’ele sürüyor.
II.
mehmet zeki dinçarslanın halt oyunları müdafaasının tenkîdi
Halt oyunları vesîlesi ile mütalaa etdiğim malatya matbuâtında, İslâmî hassâsiyyetle mes’eleye yaklaşan yegâne mahallî neşriyyâtın nethaber gazetesi olmasını üzüntü ile gördüm. Hasbe’l-kader okumuş bulunduğum, aynı gazetede karşı karşıya yazdığımız mehmet zeki dinçarslan beyin “Halk oyunu mu, halt oyunumu?”[3] yazısına muttali’ olunca üzüntüm, hayrete tebdîl oldu. Mehmet beyin dînini, mezhebini, hangi halka mensûb olduğunu bilmiyorum. Aynı zâtın, mevcûd tatbîkâtıyla lâikliğin makbûliyyetine dâir, “Nereden çıktı bu lâiklik”[4] yazısını da görünce, “cevâb vermemek ‘ayıb oluyor.” diye düşündüm.
Mehmet bey, halt oyunlarını tenkîd eden zâta atfen, “Halk oyunlarının İslama uygun olmadığından yola çıkarak “halt oyunları” olduğunu söylüyor ki ben şahsen buna katılamıyorum.” diyor. Çünki, “Halk oyunları bizim kültürümüzün binlerce yıllık birikiminden süzülüp gelmiş çeşitli sanatsal değerler arasında kendilerine yer bulur.” muş. “Bizim halk oyunlarımız… gayet edepli, saygılı oyunlar”mış. “Hatta kıyafetler çoğunlukla İslâmi tesettüre uygun yada yakın.”mış. El-ele tutuşma, birçok halk oyununda yokmuş, gençlerin halk oyunu dışındaki elleşmeleri mes’elesi varken “…halk oyunlarını eleştirmek zamanın olaylarına at gözüyle bakmak gibi kalıyor.”muş. Halt oyunu tenkîdcisi muallîm, halt oyunlarını tenkîd ederken, gençlerin bu elleşmelerinden de bahs etmeliymiş. Mehmet zeki bey, bu cevherlerin ardından, “demokrasiye göre şudur ve budur” diyerek mevzuyu kapatıyor.
Mevzu’ demokrasiye göre kapatıldığına göre bana düşen; tevrat veyâ incil şeriatina veyâhud çin-maçin şeriatına hattâ hotanto-yeni-gine şeriatlarına göre, mes’elenin nasıl olduğundan bahs ederek ma’lumât-fürûşluk etmekdi. Ya’ni demokrasi şeriatının şeriatcısı ve demokrat halkın haltlarına kefil veya o istikâmetde düşünen bir adamla, şeriat farklarımızı beyân ile başlamak, en dürüst takdîm olurdu. Lüzûm yok. Ben mes’elenin islâm şeriatine göre ne olduğunu beyân ile iktifâ edeyim, bey-efendinin halkı, dîni, şeriâti neyi îcâb ediyorsa o şeklde ‘amel etsinler.
Başka şeriatlar halkına mensûb olanlarda bir muhâkeme veya mantık zaafı olduğu şübhesizdir. Demokrasi tarz-ı idâresini ve bu idârenin nazariyyesini ve ‘ameliyyesinin İslâmî tefekkür, siyâsî nazariyye ve tatbîkâtla te’lîfi kâbil olduğunu söyleyen bir Müslimâna rastlamadım. Belki de rastladıklarım Müslimân değildi? Hâl böyle iken, halt oyunları münekkîdini bir takım başka mes’eleleri mevzu’ etmediği içün at gözlüğü ile hâdiselere bakdığını iddiâ, ne işdir, bu ne uslûb, ne ma’nâdır? Onu da mehmet zeki bey mevzu’ etsin. Bir şey’den bahs eden adam, başka şey’den demi bahs etmeliymiş? Sanki halt oyunlarını tenkîd eden şahıs, gençlerin dışarıdaki elleşmelerini tenkîd etmiyor? Asıl suâl, ortada bu ma’nâsız isnâdı gerekdirecek ne olduğudur? Halt oyunlarını tenkîd edene bunu niye tenkîd etmedin diyemi sorarlarmış?
Mehmet zeki beyin zu’munca, halkının oyunları edepliymiş. Ya? Demek o oyunlarda kızlar ve erkekler karşılıklı olarak muhtelîf uzuvlarını, mûsikî refakatinde edepli olarak sallıyorlar? ‘Acebâ bu oyunların, kadın-erkek gruplar arasında, türlü hareket motifleri ile neyi anlatdığını zann ediyordunuz? Halt halkı oyunlarını anlamak isteyenlere acizâne tavsiyyem; televizyondaki safari proğramlarına, arada bir de hayvanât ‘alemindeki ve afrikalı hotanto kabîlesindeki çiftleşme merâsimlerini ya’ni hotanto halk oyunlarını seyr etmeleridir.
Müslimân türkler ve kürdler Müslimân oldukdan sonra hîç bir sûretde kızlarını ve oğullarını, davul-zurna veyâ başka ‘âletler eşliğinde, bir takım çiftleşme danslarının içine bırakmadıklarını biliyorum. Harem-selâmlık olan, yolda başkasının karısına kocasına bakmayan halkım, halk oyunlarında birbiriyle el-elemi oynarmış? Bu ne haltdır? Halkımızın bin senelik oyunu diyen bana hangi halkdan olduğunu, dînini, mezhebini, milletini, kavmini beyân etsin de nedir, kimdir bilelim.
“Halk oyunlarının İslama uygun olmadığından yola çıkarak “halt oyunları” olduğunu söylüyor ki ben şahsen buna katılamıyorum.” lafına gelince:
Bu lafı okuyan, zann ediyor ki mehmet zeki bey, halt oyunlarının İslâma uygunluğunu mevzu’ edecek. İşe bakın ki halt oyunu karışdırmanın İslama uygun olduğu hakkında tek kelîme etmeyen efendi, bize bu işlerin anadolusundan bahs ediyor. Tâbi’ olduğum edille-i şer’iyyenin, içinde halkımızın târihen halt etmesi olmadığını biliyorum. Demokrasi şeriatında böyle bir mesned var idiyse, onunla da ‘alâkadâr olmuyorum.
Bu halt oyunları mes’elesi, türkiyedeki ve malatyadaki fikrî ve ahlâqî kokuşmuşluğun tecrûbe edilebileceği bir vesîle gibi görünüyor. İslâmî hassâsiyyeti olan bu gazetede bir şahıs, 23 nisan kutluyor, laikliğin makbûliyyetinden dem vuruyor, birinci reîs-i cumhûriyyete “rahmetli” diyor, hâsılı ağzına geleni diyor. Yanlış bir şey’ler var, ama ne?
================================
[1]Mirzâ ‘ali-i asğâr sâbirin beytlerinin aslı böyledir:
Millet nece tarac olur olsun, ne işim var?!
Düşmenlere möhtac olur olsun, ne işim var?!
Koy men tox olum özgeleri ile nedir karim,
Dünyavü cahan ac olur olsun ne işim var?!
[2] Mirzâ ‘ali-i asğâr sâbirin beytleri. Kasd-ı maxsûsla, “ayılar”ı, “ayılır”; “oyatsın”ı uyatsın; “olum”u “olam” yazdım. Bu kelimeleri İslâm harfleri ile yazdığınız zemân, malatya ağzına âşina olan benim oxuduğum gibi oxur ve metin daha anlaşılır çıkar. İslâm harfleri ile yazılmış metni, istanbul ağzı ile dahi yazılmış olsa idi âzerbaycan ağzına vâkıf olmayan Müslimân bunu okur ve anlardı. Tahranda İslâm harfleri da’vâsı ile ‘alâkadâr görüşdüğüm cevat hey’etin, “Türklerin müşterek elifbâsı, İslâm harfleri olmalıdır. Çünki bu harfler ağız, lehçe farklarını anlaşılma noktasından asğariye indirir.” dediği bundandı. Telâffûzları taşlaşdıran ve müşterek kelimeleri dahi anlaşılmaz eden cenâbet latin harflerini başımıza musallat etdiler. Âzerbaycanlı türklerle biribirimizi anlayamaz hâle geldik. Bu mes’eleninbir benzeri kürdlerin birliği hakkında da vâki’dir. Türkiyeli kürtlerle ırakdakilerin farklı elifbâlar kullanıyor olması, -çok lâzımmış gibi- pan-kürdizm ‘aleyhindedir. Fakat, türklerin ve kürdlerin ve arabların müşterek kelimelerini ‘aynı grafik işâretlerle ve telâffûz hattâ lisân hudûdunu aşar şeklde yazabiliyor olmaları, fevkalâde ehemmiyyetli kültürel ve siyâsî cihetleri hâiz olmalıdır.
[3] Mehmet Zeki Dinçarslan , “Halk oyunu mu, halt oyunumu?”, “Malatya Nethaber” ğzt., 8 Receb 1437 (16 Nisan 2016), Malatya; 3.s.
[4] Mehmet Zeki Dinçarslan , “Nereden Çıktı Bu Laiklik”, “Malatya Nethaber” ğzt., 24 Receb 1437 (2 Mayıs 2016), Malatya; 3.s.
0 notes
hurufi · 8 years
Text
Malatya Koyun Güzeli Müsâbakası
“malatya altıncı kuzu güzeli müsâbakası”ndan aldığım ilhâmla.[1] işbu meqâle, üç qısım yedi fasılda tefrîqa olunacaqdır.
I.
miss malatya koyun güzeli
Sevgili halkımızın müstesnâ zekâ sâhibi bir takım kimselerinin teşvîki ile koyun veyâ kuzu güzeli müsâbakası tertîb olunduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Artık şeherli olduğumuz içün koyunun karı, kuzunun kız veyâ ta’bîr-i kadîmle, gelin ve kız müsâbakasından bahs etdiğimizi şerh edeyim.
Böylece bahis mevzuu bâkire koyunları, ya’ni kuzuları bir takım düsturlar, ya’ni kriterler muvâcehesinde seçdiklerine şübhe yokdur. Böylece cümlesi erkek kasap ve yeyicilerden seçilmiş cumhûriyyet evlâdı hey’et, önlerinden geçen koyunları şöyle bir süzerler. Nerelerinden pirzola çıkacağını, butlarını ve cümle aksâmını, tek nazâr ile teşhîs ederler. Bunlar eti, karı, kızı, kuzuyu bilen herîflerdir. İsterse kuzucuklara mayo giydirsinler, o hâlde dahi malın iyisini anlarlar. Bunlar eski malatya çakkalları değil, cumhûriyyet yetmesi, birinci reîs-i cumhûriyyetin devr-i seâdetinde, CHP dedikleri o uğursuz partinin iktidârında memleketde icrâsına başlanılan çıplak karı müsâbakaları ile yetişmiş mahallî cumhûriyyet veledleridir. Çıplak karı müsâbakalarında “yukarıdaki”nin teveccühünü kazanan ve türkiyenin medenî milletler arasındaki yerini isbât eden koyunlar, türkiyeyi, avropa üryan karılar müsâbakasında “Miss Turkey” adıyla temsîl ederdi. Yakın zemânlara kadar devâm eden bu millî çıplak avrat müsâbakalarının artık millî koyun müsâbakalarına dönmesi ancak millî ve muhâfazakâr iktidârımızın nâiliyyetleri ile îzâh olunabilir.
İşte bu hâlde koyun ve kuzu ve karı, kıza aslâ aç, cinsiyyetci gözle değil; ancak ana ve bacıları, önlerinden donsuz vaz’iyyetde nasıl geziyorlarsa işte o gözle bakan seçiciler hey’eti, koyun, kuzu, karı, kıza öyle profesyönel bakarlar ki cümlesini “homoseksüel” zann edersiniz. “İnsanın canı şu kuzucuklara bakınca hîçmi kebâb istemez?” dersiniz ama bu ancak sizin ahlâksız, aç bir malatyalı olduğunuzu gösterir. Ortada victorianın kayısı secretleri hükmünde bir san’at icrâ olunuyor ve sizin kirli zihinleriniz kebab peşinde. Ne çekiyorsa bu millet, işte bu et düşkünü, kazma dişli malatyalılardan çekiyor. Hâl buki her biri evropada kasaplık, ahçılık tahsîli görmüş seçiciler hey’eti; kuzulara, karılara birer san’at âbidesi gözüyle bakar. Bu nazar bir ressamın cıbıl bir koyunun “nü”sünü tuvalinde ‘aks etdirmesi derinliğinde bir “halt”dır ve bunu görgüsüz medeniyyetsiz kayısılar anlamaz.
“Halt” ta’bîr-i ‘ilmîsinin bütün teferruâtının bahsi bi’l-âhere gelecek, fakat bir baba-yigitin mevzuunu etdiği halt oyunlarının tarafdârı olan kimselerin de temâmının ana ve bacılarını halt oyunlarında başkalarının koca ve oğullarının yanında, yan-yana halay çekerken görmekden rahatsız olmadıklarına ne-şübhe.[2] Netekim birinci reîs-i cumhûriyyet, çağdaş halk oyunlarının en mühimmi olan vals, çaça gibi medenî dansları, câhil ve köylü milletine öğretirken oradan bulduğu bir karıyı ya’ni birinin karısını dans ederken teşhîr etdiği fotoğrafı biliyorsunuz. [3] Bilmiyorsanız, evvelce “kürd yolu” dedikleri, çevre veyâ nato yolunda, başından sallandırılası cumhûriyyet düşmanlarından olmanız muhtemeldir.
Halt oyunlarında valsde, çaçada hattâ nev-zuhur lambada, samba ve cümle alafranga halk ve halt oyunlarında insanın aslâ nefsi kalkmamalı ve dans partnerine yenilecek kuzu nazarıyla bakmamalıdır. Bu şeklde şehvetli ve aç adamları, kuzu güzelliği müsbakalarına sokmamak gerekdiği ve hatta mümkinse bunları kısırlaşdırmak gerekdiğine şübhe yok.
“Miss malatya koyun güzeli müsâbakası”na iştirâk eden seçici hey’etin pos bıyrıklı herîflerden seçilmiş olması temâmen göz aldanmasıdır ve bu zevât kendilerini saklamak içün, sahte bıyıklar takmışlardır. Aslında bunlar, bıyık düşmânı, avrupaî karı sûreti tarafdârı adamlardır.
Bunların önlerinden arz-ı endâm eden koyunların, firenk dilinde cat walk/ pişik yörüyüşü dedikleri teşhîr esnâsında kuyruklarının ve budlarının câzibesi mühimmdir. ‘Acebâ hayvanât, nasıl bir endâm ile salınırlar? Öyle taharetsiz gavur karıları gibi, orta yeri gıgısıyla kirleten koyunlar, der-hâl diskalifiye olunur. Koyun dediğin, nerede pisleyeceğini bilecek. Medeniyyetsiz görgüsüz koyunun müsâbakada ne işi var?
II.
malatya ermeni halk oyunları
O gözel gözleri ile, acıkmış malatyalı karınlara hitâb eden kuzucukları, en ince kriterlerle kıymetlendiren seçiciler hey’eti, ba’zen tercîhde sıkıntı çekerler ve karar vermek içün bir takım hîlelere baş vururlar. “Hepiniz de çok güzelsiniz kuzucuklarım. Fakat bakalım dansınız nasıl?” deyiverip, evvelâ “Malatya bulunmaz eşin” halayını, arapgir-ermenî usûlu[4] oynamalarını isterler. Dişi koyunların, usûlünce halt oyunu oynamalarını te’mîn etmek üzere, aralarına koçları da salarlar ki düzgünce saff tutalar. Koçlara meyl eden bir kuzuyu gördülermi der-hâl diskalifiye kassabına yollamak ‘âdet-i medeniyyetden sayılır. Koyun-kuzu dediğin, nefsine sâhib olacak. Hem -afv edersiniz- ermeni usûlü karı-kız-koyun-koç oynayacaksın, hem de insânlarda olduğu gibi yek dîgerinle çiftleşmek isteyeceksin? Olacak şey’mi? Bizim “bin senelik” anadolu halt oyunu târihimizde bu varmı? İşi, anadolu rûmlarının dionysos ‘âyini dedikleri, “mum söndü” mes’elesine çevirmek isteyenleri ihtâr etmek lâzımdır. Anadoluda bir değil, bir çok halk ve halkcık yaşıyor. Bunun Müslimânı, gâvuru, müslimâna benzeyeni ve gâvura benzeyeni var. Bu halk sürülerinin çeşit çeşit haltları, dînleri, mezhebleri var. Moskof işğâli altında kalan Müslimân kazan tatarlarının bir kısmı, dînlerini değişdirmek üzere zorlanınca hristiyân görünmeye karar vermişler fakat, “mâdem ki bizi gavûr görünmeye zorlarsınız, biz de ortodoks (tercemesi sünnî!) değil, meselâ katolik oluruz.” demişler.  Târîh kurumunun eski reîsi yusuf halaçoğlunun, anadolu halkcıkları hakkında bu miyânda tesbîtleri vardı.
III.
malatya halkları
Müslimân türk ve kürd halkı veyâ halklarına gelince. Her ne zemân bu halklar Müslimân olmuşlarsa, şeriât-ı İslâmî gereği olmak üzere, dionysos âyinimidir, halay haltımıdır, karı-kız karışık oyunlarmıdır ne varsa bunları terk etmişler ve Kur’ân ve sünnet neyi îcâb ediyorsa öylece muâmele etmişlerdir. Benim de mensûbu olduğum bu halkın, karı-kız karışık halt oyunu yokdur. Amma anadoluda bir çok başka dînlere mensûb halklar vardır ve bunlar –bizden uzak olsunlar- istedikleri gibi yeyib, içib, halt edebilirler. Meselâ, arguvan dağlarındaki yaban domuzlarını avlayıb yiyen gavûrlar varsa, bunlara niye mâni’ olmalıyız. Domuz yesin, zıkkım içsin, halt oyununa halk oyunu desin tepinsinler de bizden uzak olsunlar ve sakın ‘aynı halka mensûb olduğumuzdan dem vurmasınlar. “Türkiyede tek halk vardır.” faşistik yalanını, bize tahakküm vâsıtası olmak üzere kullanan faşist CHPye dikkat etmek lâzımdır. Türkiyede Kur’anın buyruğuna göre, esâsen iki halk vardır: Müslimân halk ve gavûr halk. Başka buyruklara reâyet edenler, dînini bunlara göre şekllendirenler, kendileri bilirler. Müslimân halk, karılı erkekli oynamaz, halay çekmez; bunu ‘ayıblar ve İslâma lâyık bulmaz. Müslimân çocuklarını buna zorlamak Allahsızlıkdır, ahlaksızlıkdır. Bunu Müslimânlara zorla dayatırken bir de utanmadan “ahlakcılık” kesmek, nâmussuzlukdur, ahlâksızlıkdır, Allahsızlıkdır. Kim bu halt oyuncusu milleti zorla Müslimân etmek istiyorsa yanlış eder. Bırakın ne halt ediyorlarsa etsinler; ak koyun, kara koyun belli olsun.
Böylece koyun güzeli bahsine avdet edecek olursak;
IV.
homoseksüel koyunlar hakkında
İşte bu koyun güzeli müsâbakasını eyleyen ve ‘aklı başında olduğu söylenen kimselerin, müsâbaka bitdikden ve kuzuların en güzeli seçildikden sonra, bahis mevzuu kuzuyu ne etdiklerine gelince;
Bu kuzunun kurban bayramına kadar yaşamasına izinmi veriyorlar? Yoksa kartalmasınımı bekliyorlar? Kuzu “güzel” olunca, yemesi demi güzel oluyor? Güzellik müsâbakasının şampiyonu olan kuzuyu kim yiyor? Bu kuzuyu bir yakışıklı koçla koçarıyorlar ya’ni evlendiriyorlarmı? Yoksa bu tip muâmelelerle etinin tadının değişeceğine kanaat getirib daha kuzu, koyun olmadan kesiveriyorlarmı?
Vaktiyle ğarbda, homoseksüel bir boğa ile ‘alâkadâr, mühimm bir mes’ele olmuşdu. Hem-cinsi heyvanâta meyl eden ve ineklere teveccüh göstermeyen bu ahlâksız boğayı kesmeye azm eden sâhibine ricâ eden homoseksüeller cem’iyyeti, bahis mevzuu boğayı yüksekce bir ücrete satın almış ve ölene kadar bu hâl üzere yaşamasını te’mîn etmişlerdi. Homoseksüelliği sâyesinde canını kurtaran ve kesilmeden ölüp gitmeyi bekleyen boğanın bu ‘ibretlik hâli, benim gibi heteroseksüelleri epeyice düşündürmüşdü. Yediğim heyvanâtın belki de temâmının heteroseksüel olması sanki boğa-inek, koyun-koç cinsine karşı bir hakksızlık gibi gelmişdi. Geçenlerde neşr edilen, bir ğrup homoseksüel beyinsizin, homoseksüel bir tosbağa vesîlesi ile halkımızın homofobik olmasını mevzu’ eden ve zekâ özürlülere hitâb eden insân ve ibne hakkları temalı videoları, tam da bu mevzu’a dâir görünüyor.[5] Hayvan homoseksüel olunca, (kurtulmak ne demekse) kurtuluyor ve heteroseksüelse kebâb oluyor? Homo beyinlilerin kendilerinden saydıkları boğayı satın alıb, kalp krizinden veyâ kanserden ölen bir boğa hâline getirmelerindeki hayvanlığı düşününce bî-hâl oluyorum. Ne edeyim şimdi ben? Heteroseksüel olmuşuz diye muhtemelen kahir ekseriyyeti benim gibi olan hetero-koyun-boğa cinsini kurtarmak içün seferbermi olayım; homo-fobik bir âdem olduğum içün sâdece homoseksüel koyunları, boğalarımı yiyeyim?
Vaktiyle gene o sası dînli kâfirlerin ğarbında, bir ibne penguen vakıâsı olmuşdu. ‘Akılları sıra, bir heyvanât bahcesinde ibnelik etdiği anlaşılan pengueni, hayvanât bahcesi idâresi, çiftleşmeye yaramıyor diye satmaya veyâ ondan kurtulmaya karar verince homo-teşekkülleri ayaklanmış ve bu homo-fobik hareketi şiddetle protesto etmişlerdi. Zavallı hayvanât bahcesi idâresi, ibne şerrinden korkub homo penguenleri satmamaya karar vermişlerdi. Alaman homoları cazgırlık edib bu hâdîseyi büyütmüş ve penguen t-shirtleri ve benzerleri ile ‘akılları sıra homofobiyi protesto edecek olmuşlardı. Allahın takdîrine bakın ki homoseksüel olduğu zann edilen penguen, bir zemân sonra heteroseksüel olmaya karar vermişdi. Ya’ni, artık kendi gibi erkek penguenleri değil dişi penguenleri isteyen tevbekâr penguene bel bağlayan avropa ibneleri, ellerinde penguen t-shirtleri ve bayrakları, ellerinde kalakaldı. Vaz’iyyeti fırsat ittihâz eden hetero-hristiyân teşekküller, penguenin aslî heteroseksüel tabiatına dönmesinden ötürü duâlar etmişler, aziz penguenus diye bir merâsim dahi ihdâs etmişlerdi. Vaz’iyyetle derde düşen homolar, tevbekâr penguenin aslında biseksüel olduğunu iddiâ ile rezilliklerini kapatmaya çalışmışlardı. Bu son fasıl benim uydurmam olmakla berâber hikâyenin evvelki kısmı vâkıâdır.
V.
Değil malatyada veyâ türkiyede, dünyâda iki halk yaşıyor ve bunların adını veren Allahdır. Müslimânlar ve kâfirler. Bunların ahlâkı, cinsiyyet tahdîdleri, tercîhleri, oynayacaklarsa halk oyunları farklıdır. Malatyada baba yigit bir Müslimânın yüksek sesle dile getirdiği mes’elenin ardı gelmeli ve Müslimânlar safflarını belli etmelidir. Kim karı-erkek oynayan halka mensûbsa, kendi bilir. Bizim sözümüz Müslimân halka. Bu halk, karı-erkek berâber oynamaz. Oynasa da ortalık etmez. Kendi karı, kızına revâ görmez. Bir haltdır ediyorsa da, bunu müdafaa etmez. Halt ediyorsa, edebsizlik edib, bunu müdafaa etmez. Adam gibi günah işliyorsa eder, tevbe eder, nedâmet duyar, susar. Terbiyesizlik, edebsizlik, Allahsızlık edib; cumhûriyyet îcâdı olan, karı-erkek karışık oyunları Müslimânlar içün ya’ni Müslimân halk içün müdafaa etmeye kalkışmaz. Kim kendi dîni, halkı, örfü gereği, kendi erkek-kadın karışık meclîslerinde vals, çaça, samba, lambada benzeri halt oyunları icrâ ediyorsa etsin ve bizden ve çocuklarımızdan uzak olsun.
VI.
kamalist dans inkilâbı
Anlaşıldığına göre, karılı oğlanlı halk oyunu dedikleri şey’ bir “atatürk inkilabı” mevzuudur. [6] Bu mevzu’daki bir rivâyet şöyle;
“Talip Balcan'ın Balıkesirliler Dergisindeki yazısı ile Zekeriya Özdemir'in Pamukçu adlı kitabında, Tevfik Güngörmüş'ün hatıraları şöyle anlatılmaktadır: “Düğün salonu oldukça kalabalıktır. Atatürk hemen bizi yanına çağırıyor. Sarayı gezdiriyor. Sonra bize:- Siz dans biliyor musunuz? diye sordu.- Hayır Paşam, dedik. - Öğrenin, dedi. Sustuk. Atatürk devamla; - Bakın, dedi. Sizin memleketinizde ablanız, bacınız var değil mi? - Var Paşam.- İşte bunları da öyle tutacaksınız. Tevfik Dayı atılır. - Evet Paşam biz Türkler hepimiz kardeşiz. Atatürk memnun Tevfik Dayı'nın sırtını sıvazlayarak: “Bravo Efe” der ve orada bulunan kızlarla hepsini dansa kaldırır.” [7]
Dîger bir rivâyete nazaran:
“İzmir Kız Öğretmen Okulu’nu görmeye gelen Mustafa Kemal’e Selim Sırrı (Tarcan) ile Mualla (Anıl) bir zeybek dansı sundu. Alkışlarla tekrar tekrar oynandı. Mustafa Kemal onları kutladı:- “Selim Sırrı Bey, zeybek dansını yeniden hayata geçirirken ona bir medeni şekil vermiştir” dedi. “Bu sanatkâr üstadın, eseri hepimiz tarafından seve seve kabul edilerek millet ve toplum hayatımızda yer tutacak kadar gelişmiş, güzel bir şekil almıştır. Artık Avrupalılar’a ‘Bizim de mükemmel bir dansımız var’ diyebiliriz ve bu oyunu salonlarımızda, gösterilerimizde oynayabiliriz. Bu zeybek dansı her toplu gösteride kadınla birlikte oynanabilir ve oynanmalıdır.”” [8]
Anlaşıldığına göre, memleketde harf inkilâbı, şapka inkilâbı gibi işlerin yanında bir de dans inkilâbı vardır. Türklerin kardeş olması sebebiyle dansa kaldırdıkları kadınları bacı ve anneleri gibi görmeleri hakkındaki mülâhazalar, başta freud olmak üzere, insan psikolojisi ve cinsiyyeti hakkında tefekkür ve tecrûbe sâhibi kimseleri güldürecek vasıfda şey’lerdir. Zeybek oyununu karılı erkekli karışık bir koreografi hâline getiren selim sırrî gibilerinin tatbîkâtı, dîger anadolu mahallî oyunlarına da taşındı. Anadoludaki oyunların vasıfları hakkında “Verbreitungskarte der türkischen Volkstänze” unvânlı şu harita, malatya ve havâlîsinde oynanan halayın menşe’i hakkında bir fikr verir. [9]
Malatyada karılı erkekli icrâ edilen halay ve benzeri şey’ler, Müslimânlar tarafından aslâ bu şeklde icrâ edilmezdi. Ermenilerin kadınlı erkekli oynadıkları hakkında duyduğum rivâyetden dahi şübheliyim. Von moltke paşanın hâtırâtında ermenilerin kaç-göç ‘âdetlerinde türkler gibi olduklarını, bu millet mensûblarının neredeyse türkler gibi yaşadıklarını, bir nev’ gavûr türkler olduklarını yazıyor. Malatyada ve halay oynanan dîger yerlerde, kadın-erkek yan-yana icrâ edilen halk oyunu dedikleri oyunlar cumhûriyyetden evvel, hîç bîr sûretde böyle icrâ edilmiyordu. Ne türk ve kürd Müslimânlar, ne ermenîler ve ne de ‘alevî tâifeleri bu şeklde oynamıyorlardı. Kendini ‘alevî şeklinde ta’rîf eden halka mensûbiyyet iddiâ eden, bu oyunların ne zemândır karılı erkekli karışık oynandığını isbât etsin. Şâyet ‘alevî halkından kimseler, kadınlı erkekli cumhûriyyet oyunlarını beğeniyor ve oynamak istiyorlarsa buyursun kendi işlerine baksınlar. Bu tarz oyunları Müslimânlar tasvîb etmiyor ve kendi nokta-i nazarımızda ahlâksızlık olarak görüyoruz. Müslimân çocuklarına bu oyunlar öğretilecekse bile, olması gerekdiği şekliyle öğretilmelidir.
VII.
halt oyunlarının cinsî olması beyânında
Kadın ve erkeklerin berâber dans etdikleri oyunların cinsî oyunlar olması bahsinde insânları, ya’ni Müslimânları “sapıklıkla” ittihâm eden terbiyesizlerin bilmedikleri husûsları gavûr psikolog ve psikiyatrlar biliyorlar. Kadın ve erkeğin yan-yana gelmesi vukuunda cinsî etkileşmenin teşekkül edeceği muhakkakdır. Bu etkileşmenin âşikâr edilib edilmemesi, başka mes’eledir. Fakat ortada böyle bir etkileşmenin sûret-i hakkdan görünerek inkârı ve böyle düşünenlerin ahlâksızlıkla ve sapıklıkla ittihâmı kadar ahlâksızlık düşünülemez.
Kadın ve erkek yan-yana gelir de nasıl cinsellik düşünülmez? Cinsellikle yeni tanışmış ergen çocukların biribirleri ile yan-yana, kol-kola sürtüşerek oynamalarının cinselliğinden bahs etmenin ‘aleyhinde olan câhil kimselerin ve bunların uğursuz partilerinin bir bildiği yokdur. Sermâyeleri câhillik ve cazgırlıkdır.
Bu husûsda şeytânlık edenlerin, Müslimânların ahlâkını hedef alan ahlâksızca projelerin parçası olduklarına şübhe yokdur. Müslimân kız ve erkek çocuklarının berâber okumaları, evlenme yaşının geciktirilerek flörtün önünün açılması gibi cem’iyyetdeki ahlâksızlığın yayğınlaşdırılması ile ‘alâkadar, cumhûriyyet kadar eski projenin bir parçası da bu, kızlı erkekli halt oyunlarıdır. Müslimân erkekler ve kadınlar ‘âkil ve baliğ oldukdan sonra, nikâhlanmadıkca birbirlerine temâs edemezler. Bin değil tam bin dört yüz senedir Müslimân olan İslâm halkının dîni, mezhebi, ‘örfü budur. Anadolu dedikleri her ne ise bu, İslâm milleti veyâ halkının bir beldesi olduğu kadariyle bir kıymet ifâde eder ve başka hîç bir şey’ ifâde etmez. Şâyet buranın halkı İslâma bir nisbet iddiâ ediyorsa, evvel-âhir uyması gereken düstûrlar vardır ve kadın-erkek münâsebetleri de bunlardan biridir.
Bu mevzuyu bahs eden Müslimân ‘aleyhinde soruşturma açan AKP nin vâlisi ve millî eğitim müdîri, temennî olunur ki bunu “iş olsun” diye etmişdir. Mükâfâtlandıracakları adama karşı en küçük bir hareketde bulundukları takdîrde, Müslimânlar afv etmez ve bu dünyâda, öte dünyâda Allah belâlarını verir.
Bu bahsi açdığım bîhûde değildir. Ahlâkcılıkda herkesi geçen, ahlaksızlığın en önde gideni CHPnin, karaman sapığını mevzu’ ederek Müslimânlara pislik atması ve CHPliden beter ahmed hakan gibi uğursuz mürtedlerin, cübbeli ahmed vesîlesi ile cigerindeki lekeyi mevzu’ etmesi bahslerinin mukaddemesi bu, üryan avrat veyâ koyun güzeli müsâbakasıdır.
Halt oyunları bahsinde türkiyede ve malatya matbuâtında çıkan bütün yazıları www.haltoyunlari.com adresinde topladım. Hâdiselerin seyri ile ‘alâkadar olub bitenleri bu adresden ta’kîb edebilirsiniz.
================================
[1]Yakup Arkın, “Kuzular yarıştı”, “Net haber” ğzt., 8VI1437 (16IV2016), Malatya; 2-7.s.; http://www.malatyanethaber.com/1443/yasam/kuzular-yaristi/ : IHA HABER, “Kuzlar en güzel olmak için yarıştı”, “Bu sabah” ğzt., 8VI1437 (16IV2016), Malatya; 1-7.s. : Orhan İncesu, “Kuzular Yarıştı”, “Son söz” ğzt., 8VI1437 (16IV2016), Malatya; 1-5.s. : http://www.malatyaaksiyon.com/haber/3909/kuzular-yaristi.html
[2] www.haltoyunlari.com
[3] https://s-media-cache-ak0.pinimg.com/236x/8f/e3/44/8fe34428db8857b34c706a35ccca74cb.jpg
[4] https://www.youtube.com/watch?v=m9p2FgRWKlU
[5] https://www.youtube.com/watch?v=8VY457e5Hgg
[6] http://www.ataturkinkilaplari.com/ak/202/ataturk%E2%80%99un--halk-oyunlarina-ilgisi----sevgisi---meraki.html
http://web.firat.edu.tr/edebiyat/ataturkunturkfolklorunailgisi.html
[7] http://www.isteataturk.com/haber/4477/null
[8] http://www.isteataturk.com/haber/3484/siirimiz-ve-ataturk-8217un-dil-devrimi
[9] https://en.wikipedia.org/wiki/Halay#/media/File:Verbreitungskarte_der_türkischen_Volkstänze.png
24VII1437/2V2016
bu meqâleyi şu adresden okuyabilirsiniz:
http://goo.gl/AXd8aI
0 notes
hurufi · 8 years
Text
Malatya ve Hazret-i Muaviyye radyAllahu ‘anh
I.
malatyalıların rol-model ihtiyâcı
Malatyalıları tahkîr etmek üzere cumhûriyyet idârecilerinin lâyık gördükleri ve malatyalılara telkîn etdikleri rol-model; kayısı-malatyalısı olmak, kayısı-beyinli olmak, kayısılaşmak üzerinedir. Bu laik mahlûk, yer-içer-çiftleşir, AVM lerde gezinir, ‘aklında para kazanmakdan ‘âlî mefhûm bulunmaz, dînsizliği kabûl de etmez, amma öyle yaşar, böyle geberir-gider bir bed-bahtdır.
Bir İslâm-şehri olan malatyaya lâyık olan rol-modeller Müslimânlar olmalı ve bu şehrle bir ‘alâkaları bulunmalı ise bunların evveli ve en mühimmi, ashâb-ı kirâmdan hazret-i muâviyye bâ-yezîd1 dir. Malatyaya kendinden sonra bu zâtdan daha fazîletli bir kimse gelmedi ve malatyaya bu zâtdan daha büyük hayrı olan bir kimse de olmadı. Fazlını ve malatyalılara numûne-i imtisâl olmasının tafsîlini aşağıda bahs edeceğim hazret-i muâviyyeden sonra gelen en mühimm malatyalı, Müslimânların üçüncü nesli tebe-i tâbiûndan olması muhtemel, ‘abdUllah el-battal ğâzî dir. Kâfirlerin işğâline mâruz kaldıkdan sonra malatyayı tekrâr feth eden dânişmend ğâzî, malatyanın Müslimân türkler tarafından fethini müyesser kılan zâtdır ve malatyalılar içün rol- modelliğe lâyıkdır. İmâm mâlik hazretleri, sadreddîn konevî hazretleri, ebu’l-hasan harakânî hazretleri de malatyalılarla bir şeklde ‘alâkadâr kimseler olsalar da hîç biri, malatyada takrîben on sene kalmış ve “Fütuhâtu’l-mekkiyye” kitâbını te’lîf etmiş ibnu’l-‘arabî el-endelusî kadar malatyalı sayılmaz.2 Futuhâtu’l- mekkiyye kitâbının, istanbulda türk ve İslâm eserleri müzesi kütüb-hânesinde mahfûz “müellîf hattı” nüshâ, sultan-suyu, tohma sazlıklarından kesilmiş kalemlerle yazılmış olmalı.3 1270 civârında inşâ edilmiş ve hazret-i mevlânânın da kaldığı, fakat 1429 (2009) senesinde yıkdıkları hankâh-ı pervâne, 1238 târîhli bu futuhâtu’l- mekkiyye metninin malatyalı Müslimânlara anlatılması içün en münâsib bir mekândı.
II. malatyanın fethi Malatyaya kendinden sonra hatta belki de kendinden evvel, hazret-i muaviyye radyAllahu anhdan daha hayrlı bir kimse gelmedi.4 Malatyanın kafir elinden alınmasına sevinen hazret-i muaviyye, bizzat malatyayı teşrif etmişler ve on gün boyunca kalmışlardı. Key husrev ve heraklius mel'unları tarafından tahrib olunmuş şehri tekrar ma'mur kılıb, el-cezire den Müslimanları şehre getirtmişdi. Ya'ni hazret-i muaviyye nin bu şehre hizmeti kendinden sonraki bütün zevâtınkilerden ziyâdedir. Ebû ‘Ubeyde bin cerrâh hazretleri 18 (640) senesinde tâûndan vefât etdikden sonra hazret-i ‘ömer, şimâldeki askerin başına ‘ıyâd bin ğanîm el-fihrîyi serdâr ta’yîn etdi.5 18 (640) senesinde ‘ıyâd bin ğanîm el-fihrî kumandasında, solda safvan bin el- muattal, sağda saîd bin ‘amr el-cumehî ve gene solda hazret-i hâlid bin velîd olmak üzere el-cezîre denilen, harputdan aşağıya fırat ile diclenin şimâl tarafında kalan yerlerin fethine başladılar.6 Hazret-i ‘ıyad bin ğanîm, şimşat (palu) ı feth etdikden sonra habîb bin meslemeyi malatyayı fethe gönderdi.7 18 (640) deki seferde feth olunan şehrlerin kâfir ahâlîsi er- rûhadaki zimmet ‘akdi ile sulh edilmişdi. Bu sefer esnâsında şam vâlîsi hazret-i muâviyye idi [17 (639)]. Böylece malatyanın birinci fethi, hazret-i ‘ömerin hilâfetinde ve hazret-i muâviyyenin şam vâlîliği devrinde oldu. Malatyalılar sulh şartını bozub kâfirlik etdiler. Anlaşıldığına göre malatyanın mürtedlerin elinde kalması 36 (656) senesine kadar sürdü.8 36 (656) senesinde hazret- i Muâviyye, ahdini bozan malatyalılara karşı hazret-i habîb bin mesleme el-fihrîyi tekrar malatyaya sefere yolladı ve malatya ikinci def’â feth olundu. Bu sefer habîb bin mesleme orada bir vâlî ve bir mikdar asker bırakdı.9 Rûm seferine giden hazret-i muâviyye رضی الله عنھ malatyayı teşrîf etdi ve şâm ve el-cezîre den gelen Müslimânları şehirde iskân etdi.10
Hazret-i muâviyyenin 60 (680) senesinde vefâtından sonra ve hazret-i abdullah bin zübeyrin hilâfeti esnâsında, malatyanın muhâfazası yezîdin hükm etdiği şâm ordusunda olduğundan, şehrin müdafaası ihmâle uğradı. 64 (684) senesinde, şâm hâkimi ‘abdu’l-Melîk mervân zemânında malatyalılar şehri terk etdiler.11 Rûmlar şehre hücûm etdiler. 97 (715) senesinde hazret-i ‘ömer ibn ‘abdu’l-‘Azîz in üçüncü def’â fethine kadar şehir harâb kaldı.
III. malatyanın batı bâyezîd diye adlandırılması hakkında Türkiyede bir sahâbe adı verilen yegâne vilâyet hazret-i muâviyyenin adı ile benâmdır! Doğu beyazıt dedikleri bâyezîd veya ebû yezîd şehrinin îrânın hudûdundaki son şehrin adı olması bîhûde değildir. Hazreti muâviyye ile en ziyâde ‘alâkadâr bulunan bir şehir olarak malatyaya batı bâyezîd denilse yeridir. Saîd çekmegil beyle hâtırâtından bahs eden hüseyin üzmez, saîd beyin hazret-i muâviyyeye olan muhabbetinden bahisle, “onun da gözleri, hazret-i muâviyye gibi mâvi idi” diyerek kendince latîfe ediyor. Saîd beyle hâl-i hayâtında mülâkî olduğum bir seferde, hazret-i muâviyyeye karşı edebsizce hücûmlar ‘aleyhinde berâberce bir risâle yazmağa niyyetlenmişdik. İlâhiyyat fakültelerinde kendince i’tibârı olan hayrettin karamanın, hazret-i muâviyye hakkında, bu zâta “hazret” dediği takdîrde “... başta Peygamberimiz, Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olmak üzere” [radyAllahu ‘anhum] birçok büyüğünü üzmüş olacağı hakkındaki fantezisini kayd etmek lâzım.12 Hazret-i muâviyye ile ehl-i beyt arasında hazretlik veyâ ‘adâlet noktasında fark görmenin râfızîlik olduğunu hayrettin beyin de bildiğine şübhe yok. Hayrettin bey, “Ümmetin de Muaviye’yi sevdiğini sanmıyorum; eğer sevselerdi çocuklarına onun adını da koyarlardı, ben bu isme hiç rastlamadım” 13 diyor. Bâyezîdin türkiyeli Müslimânların çocuklarına verdikleri isimlerden olduğu ve bir takım kıymetdâr pâdişâhlarımızın hazret-i muâviyyenin bu lâkâbı ile isimlendirildiklerini bahse hâcet yok. ‘Arablar, hazret-i muâviyyenin adını da kurdukları hâlde14 türklerin bâyezîd nisbesi ile iktifâ etmeleri muhtemelen cem’iyyet içinde râfızîlerle münâsebetlerde sıkıntı istemediklerindendir. Malatyanın ve anadolunun fethini 1071 le başlatmak veyâ ‘âlâkalandırmak şeklindeki şeytânlığa dikkat etmek lâzım. Seyyîdlikle uzakdan yakından ‘alâkası olmayan, şimâl arablarından bir emevî kumandanı olan el-battal ğâzîyi bile türkleşdirmek şeklindeki gülünçlüklere nehâyet vermek lâzım. Malatya târîhi dersliği diye hazırlanan metinlerde malatyanın Müslimânlar tarafından fethinden, malatya fâtîhi ‘ıyâd veya türkcesi ayaz bin ğanîmden, meslemeden ve bâhusûs hazret-i muâviyyeden bahs edilmemiş olması büyük kusurdur ve mutlakâ telâfî edilmelidir.
IV. Hazret-i muâviyyenin şemâili hakkında Râfizî müverrîhlerden ya’kûbînin zannınca hazret-i muâviyye, “asık suratlı, patlak gözlü, gür sakallı, kısa bacaklı” bir kimsedir. Hafız ez-zehebînin rivâyetine göre ise merhûm, “heybetli, iri ve gösterişli, uzun boylu beyaz tenli, yakışıklı, güldüğünde üst dudakları kıvrılan, sakalını âdetâ altun sarısına boyayan” bir kimse idi.15 Hazret-i muâviyye ile râbıta kurmak isteyen bir âhir zemân Müslimânına bu tasvîrlerden hangisine göre zihnini şekllendirmesini tavsiyye edersiniz? Yakın zemânlarda resmî papaz mekteblerinde/ Faculty of theology revâc gören bir ‘usûle göre hakîkat, “ne o ne budur ve hemân dâimâ her ikisinin de arasında bir yerlerdedir”. Böylece hazret-i muâviyye, ne ya’kûbînin rivâyetindeki gibi “asık suratlı, patlak gözlü, kısa bacaklı” bir adamdır ne de zehebînin rivâyetindeki gibi “güleç, yakışıklı, uzun boylu” dur. Orta boylu, yakışıklı ama patlak gözlü, asık suratlı amma güldümü iyi gülen bir zâtdır. Ortayı bulmak içün ne şiâya, ne ehl-i sünnete yaramayan uyduruk bir tasvîr îcâd edilmiş olmasının bu adamların akademik ‘unvânlarını haleldâr edeceğini zann etmiyorum. ‘Acebâ bu derece zıddiyyet ‘arz eden rivâyetlerin ne sûretle halli mümkîndir?
V. Hazret-i muâviyye radiyAllahu 'anh ın târîhçe-i hayâtının tedkîkinde ta’kîb edilmesi lâzım gelen ‘usûl hakkında Ashab-ı kirâmın târîhçe-i hayâtlarının tedkikinde ta’kîb edilecek ‘usûl ile esâtir/ history e dâir bahslerde ta’kîb edilecek ‘usûl arasında fark vardır. Ashâb-ı kirâmın ‘adâlet sıfatı ile muttasıf bulunub bulunmamaları husûsu, bu zevât vâsıtası ile bize intikâl eden rivâyetlerin şâyân-ı i’timâd olub olmaması ile doğrudan ‘alâkadâr görünüyor. Ashâb-ı kirâmın bizim içün en mühimm bir husûsiyyetleri olan ‘âdil kimseler bulunmaları, bunlar vâsıtası ile bize intikâl eden hadîs rivâyetlerinin şâyân-ı i’timâd olmasının esâsını teşkîl ediyor. İmâm buhârî hazretleri de dâhil olmak üzere sayısız muhaddislerin hazret-i muâviyyeden hadîs rivâyet etmeleri de gösteriyor ki hazret-i muâviyye ‘âdil, rivâyetine i’timâd edilir bir kimsedir ve kendisinden hadîs rivâyet edilmesi içün lâzım gelen bütün sıfatları hâizdir. O takdîrde, “Hâfız zehebînin senediyle rivâyet etdiği “heybetli, iri ve gösterişli, uzun boylu beyaz tenli, yakışıklı, güldüğünde üst dudakları kıvrılan, sakalını âdetâ altun sarısına boyayan” tasvîrinemi inanmak lâzım yoksa ya’kûbî râfızîsinin tasvîrinemi?” suâlinin usûlî cevâbı ortaya çıkmış olur. Selâmet, ashâb-ı kirâmın ahvâli hakkında muhaddisîn-i kirâmın usûllerine uymakdadır.
VI. Râfızîlerin hazret-i muâviyye radiyAllahu 'anha olan ğarezlerinin tahlîli beyânında ‘Acebâ ya’kûbî ne sebeble hazret-i muâviyyeyi “asık suratlı, patlak gözlü, gür sakallı, kısa bacaklı” bir kimse olarak tasavvur ediyordu? Görmediği bir adam hakkında; senedsiz, etrâfdaki bir takım dedi koducu ğarezkâr râfızîlerin hayâllerinin mahsûlü rivâyetleri nakl etmekden bu adamın eline ne geçecekdi? ‘Abbâsî devri târîhcilerinin, -husûsiyle bunlardan râfızîlikle bed-nâm olanlarının- rivâyetlerine istinâd ederek bir hazret-i muâviyye tasavvûru ihdâsı elbette mümkîndir. Ciğeri lekeli olan kimselerin objektiflik, orta buluculuk, akedemik yalakalık, ekmek parası gibi suflî mülâhazalarla bu mesnedsiz rivâyetlere müşterî çıkarak Müslimânların tasavvûrlarını kirletmek ğayretlerini takdîr etmek lâzım. Râfızî kafasının işleyişine göre, hazret-i hüseyn radiyAllahu 'anhı şehîd eden ordunun kumandanının tâbi’ olduğu sultanın babası olması hasebiyle hazret-i muâviyye radiyAllahu 'anh da mes’ûl sayılır! Vakıâ, hazret-i ‘ali radiyAllahu 'anhın hilâfeti devrinde i’tirâz etmiş olması, yezidi yerine halef ta’yîn etmesi gibi tasarrûfları da bunların hazret-i muâviyye radiyAllahu 'anha ‘aleyhdâr olmaları, ya’ni merhûmu “asık suratlı, kısa bacaklı” tasavvûr etmeleri içün kâfîdir. Hazret-i ‘aliye nisbet etdikleri nehcul belağa isimli uyduruk metnin her tarafında, senedsiz isnâdlarla hazret-i ‘aliye hazret-i muâviyye ‘aleyhinde nisbet edilmiş yalanlar doludur. Rafızîlerin mezhebleri hakkında düşünürken şu husûs meraklıdır: Bu adamların müşkili bir mes’ele olsa, meselâ hazret-i hüseyn radiyAllahu 'anhın şehâdeti olsa bir yere kadar anlamak mümkîn olurdu. İşe bakın ki hazreti ebû bekr radiyAllahu 'anhın hilâfetinden hazret-i muâvîyyenin hilâfetine ve bi’l-âhere hazret-i hüseynin şehâdetine kadar ne kadar “yaralı” mes’ele varsa, bu adamların da o mes’elelerde ‘aleyhde bir mevki’i var. Ehl-i sünnetin hâdîseleri insâf, i’tidâl ile muhâkeme etmesinin yanında bunların kin, fesâd, ihtilâf dolu mezhebleri mevki’ tutuyor. Kısm-ı a’zâmı ehl-i sünnetin [de] imâmları olan zevât-ı kirâmın etrâfında bulunan bir takım proto- râfızîlerin ta’kîbcilerinin bi’l-âhere mu’tezilenin ve daha sonra işrâkiyye ve bulundukları yerde hangi müfsîd akîde varsa onu da akîde portföylerine katmalarının istinâd etdiği enteresan bir rûh hâleti var. Dîn veyâ mezheb sûretinde, her muharremde ve mümkîn olan her vesîle ile temâşâya koyulan trajedyanın, hayâtiyyeti devâm eden en ğarîb bir sosyopatolojik vakıa olarak tahlîli lâzımdır. Ortada yezîd veyâ onun tarafdârı bir kimse veyâ mezheb de yok iken, düşman bir dîger/ the Other îcâd etmek ve marazlı hüviyyetini ona göre şekllendirmek siyâsetinden vahdet-i İslâmiyye siyâseti çıkması mümkîn değildir. Bu mezhebin esâsı kin, bir yerlerde yezid, hazret-i hüseyn kâtili görmek üzere kurulmuş. Îrân inkılâbcılarının “Her yer kerbela her yer aşura” edebiyyatıyla dolduruşa getirdikleri kalabalıklara gâh amerika, gâh ‘ırâk, gâh suûdlar düşmân gösterilmek sûretiyle bâtıl mezheblerinin idâmesi ümmîd olunuyor.
VII. Hazret-i muâviyye radiyAllahu 'anhın hakîkî hüviyyetinin öğrenilmesi hakkında Maalesef, türkiye piyasası, hazret-i muâviyye ‘aleyhinde edebiyyât ile doludur ki bunların kısm-ı a’zâmı, bizzât râfızîler tarafından değil içimizden çıkan ğâfil ve hâinlerin eliyle yazılmış şey’lerdir. Lâtin harfleri ile türkce neşr edilmiş edebiyyât içinde, hazret-i muâviyyenin hakîkî hüviyyetinin öğrenilmesine kâfî olacak bir takım eserler mevcûddur. Bunların en mühimmi, muhammed sâlih ekinci efendinin, “Faslu’l-Hitâb fî MevakifilEshâb” tercemesi olan birinci tab’ı “Ashab-ı Kiram’ın Etrafındaki Şüpheler”, ikinci tab’ı “Tarihte Metod ve Tarihi Tetkikler Işığında Sahabe Dönemi” ‘unvânlı kitâbıdır.16 Bu zâtın kitâbı, kadı ebû bekr ibnu’l-‘arabî hazretlerinin “el- Avâsım mine’l-Kavâsım” kitâbı esâsında te’lîf olunmuşdur. İkinci tab’ının mukaddemesinde denildiğine göre bu kıymetdâr eserin ‘arabca aslını riyadda ve mısrda da neşr etmişler. Vakıâ bu husûs, kitâbın şâyân-ı i’tibâr olması hakkında şübhe tevlîd ediyor ise de hükmü yokdur, kitâbda vehhâbî ‘akâidinden eser bulunmamakdadır. İkinci kitâb, ‘ömer nasûhî efendinin “Ashâb-ı Kirâm (Hakkında Müslümanların Nezih İ’tikadları, Hazret-i Muaviye Hakkında Suallere Cevaplar)” ‘unvânlı eseridir.17 Üçüncü kitâb, hüseyn hilmî ışık efendinin “Eshâb-ı Kirâm” ‘unvanlı eseridir.18 Müellîfi tevâzu eseri olmak üzere kitâblarının üzerine, tedkîkinde esâs aldığı müellîflerden birinin adını koymak yolunu ihtiyâr ediyor. “Eshâb-ı Kirâm” kitâbı da şiâ ‘aleyhinde yazılmış muhtelîf eserlerin tercemesi ve hüseyn hilmî efendi tarafından şerhinden vücûde gelmiş. Hüseyn hilmî beyin kitâbının mukaddemesinde kayd etdiği siyâsî fikrleri kabûle şâyân görülmese de kitâb istifâdeye medârdır. Şiâ ‘aleyhindeki edebiyyâta vâkıf olan hüseyn hilmî beyin mecmuâsı türkiyede bu husûsda neşr edilmiş en kıymetdâr eserlerdendir.
Bunların hâricinde türkiyyede neşr olunmuş bir takım kitâblar da vardır ki bunların ba’zılarının tedârikinin o kadar da kolay olmadığını zann ederim. İhsan ilâhî zâhirin “Şia’nın Kur’an İmamet ve Takiyye Anlayışı” ‘unvânı ile neşr olunan kitâb, bu mevzu’larda merâkı olan her kesin bir şeklde mütalaa etmesini îcâb etdirecek kadar mühimm bir eserdir.19 Müellîfi olan zât ‘ömrünü şiâ tedkîklerine vakf etmiş ve bir va’zı esnâsında râfızler tarafından şehîd edilmişdir. Bu kitâbı mütâlaa eden bir Müslimânın şiâdan gelen her da’vete şübhe ile bakacağını zann ediyorum.
Kitâb okumağa pek ta’kâti olmayan ‘avâm-ı Müslimîn içün hacmi i’tibârı ile küçük olması i’tibârı ile fâideli sayılabilecek bir kitâb, muhîbu’d-dîn hatîbin “elHutûtu’l- ‘Ârıza li’Şiâti’l-İsneyaşeriyye” kitâbının “Bir Araştırma” ‘unvânlı tercemesidir.20 Fetullah hocanın eshâbından ibrâhim süleymânoğlu bey’in “Mehdilik ve İmamiye” kitâbı da şâyân-ı istifâde eserlerdendir. Artık basılmayan bu kitâbı tedârik edib okumakda hayr vardır.21 Kitâbı tedârikde müşkilât çekilmesinin muhtemel sebebi, haç perestlerle dialoğu tasvîb ederken şiâ ile dialoğsuz kalmanın tevlîd edeceği ğerâbet olmalı. Vakıâ fetullah hoca ashâb-ı kirâma olan muhabbeti ile ma’rûf bir kimse olması hasebiyle sünnnî-şiî dialoğuna müsbet bakmıyor olabilir. Gerçi öbürleri, ashâb-i kirâm bir tarafa peyğamber-i zişân hazretlerine dahi yan bakdıkları hâlde dialoğlanıyorlar...
Hâfız zehebînin “el-Muntekâ” tercemesi türkce istifâde edilmesi mümkîn eserlerden.22 İbn hacer el-heytemî hazretlerinin “Yakıcı Yıldırımlar” ‘unvânı ile terceme edilen ve tedâriki kolay olan “es-Sevâiku’l Muhrika” kitâbı da şâyân-ı istifâdedir.23
Bu kitâbların hâricinde bir iki kitâb da vardır ki yukarıda takdîm etdiğim kitâbların bir kaçını mütalaa eden insâflı bir Müslimân bunların mütalaasından zarar değil fâide görür zannındayım: Humeynînin “İslâm Fıkhında Devlet” adıyla neşr edilen kitâbını, mutlakâ birinci tab’ından mütalaa etmek sûretiyle kırâatde hayr vardır. Bu adamın ashâb-ı kirâma nasıl ağız dolusu sövdüğünü bizzât kendi kitâbından mütalaa etmelidir.24 Kitâbın ikinci tab’ında ba’zı mühimm kısmlar çıkarılmışdır.25
Ali şeriatinin “Ali Şiası Safevi Şiası” kitâbını mezhebsiz bir şiînin, mezheb ehli şiîleri tenkidi niyyetine mütalaa etmek mümkîndir.26 Bu kitâbın fâidesine bir delîl olarak, ‘ali şeriâtinin kitablarını îrânda her yerde bulmak mümkîn olduğu hâlde bu kitâbının bulunaması husûsu zikr edilebilir.
9VII1437/17IV2016
===========================================================
1 ‘Arabî, ‘aslî şekliyle; ebû yezîd muâviye bin ebû sufyân 2 600 (1204) senesi civârı.
2 600 (1204) senesi civârı.
3 Eserin 635 (1238) yılında tamamlanmış müellif hattı nüshası İstanbul Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’ndedir (nr. 1845-1881). Konya nüshası olarak bilinen ve otuz yedi ciltten meydana gelen bu nüsha itinalı bir mağrib neshiyle yazılmıştır. Sonunda, eser kaleme alınırken ve tamamlandıktan sonra yetmiş bir defa müellifle mukabelesinin yapıldığına, kendisine okunduğuna dair okuyucu ve dinleyicilerin isimlerini de ihtiva eden semâ kaydı bulunmaktadır. Müellifin eserleri üzerinde geniş bir çalışma hazırlayan Osman Yahyâ el-Fütûĥât nüshaları hakkında bilgi verirken bu yetmiş bir semâ kaydının senedlerini tek tek sıralar (Histoire et classification de l’ceuvre d’Ibn Arabi, I, 205-231).  
4 Ashâbdan efdalı peyğâmber olacağı kavlince; malatyalıların cercis aleyhi’s-selâmın kabri veyâ makâmı diye bilib ziyâret etdikleri, “venk tepesi” veyâ reîs beye izâfeten artık daha da şöhret bulduğu yeni adıyla “çakır tepesi”ndeki ziyâretgâha malatyalılar, evvelce hıdır-ellezde giderlermiş. Bu ziyârete Müslimânların hâricinde, ermeniler ve başkaları da iştirâk edermiş. 1350 (1940) li senelerde bu ‘âdetin devâm etdiğini teyzemden işitdim. Cercis ‘aleyhi’s-selam veyâ ermenilerin telâffûzu ile serkis ‘aleyhi’s-selâmın malatyada yaşayıb yaşamadığının rivâyeti de nehâyetinde ehl-i kitâbın hikâyâtına dayandığı içün bu husûsda ileri geri bir şey’ söylemeye hâcet yok. Bahis mevzuu venk kilisesinin yanına, “apartman baba ziyâretgâhı” veyâ “moderin malatyanın peysajının jenositi müzesi” gibi bir şey’ dikilebilir. Bu belki de ermeni hem-şehrilerimizin gönlünü almaya yarar. Evvelce, ramezânı karşılamak içün Müslimânların kolayca vâsıl olabilecekleri, ihdâsı mümkîn bir “ru’yet-i hilâl parkı”na mükemmel mahall olabilecek bu yer, artık malatyanın çirkinliğinin seyrgâhı hükmündedir.
5 İbnu’l-Esîr; 2.c., 467.s. : Hazret-i ‘ömer radyAllahu ‘anhın devr-i hilâfetleri, (13-23) (634-644) arasında idi. Bu hesâbla malatya, hazret-i ‘ömerin şehâdetinden dört veyâ beş sene evvel feth edilmiş oluyor. 6 el-Belazurî; 246.s. 7 el-Belazurî; 266.s. : İbnu’l esîr de, samsatdan gönderildi diyor (İbnu’l- Esîr; 469.s.)
8 Hazret-i muâviyye radyAllahu ‘anhın hilâfeti (40-60) (661-680) seneleri arasındadır. 9 İbnu’l-Esîr, ; 2.c., 469.s.: İslâm ansiklopedisinde habîb bin meslemenin malatyaya ikinci defâ gönderilmesinin hazret-i ‘ali رضی الله عنھ ın zamânında, 36/656-7 senesinde olduğu yazıyor. “Ḥabîb b. Maslama al-Fihrî first took Malaṭya, but when Muʿâwiya became governor of Syria, he had to send Ḥabîb again to Malaṭya in 36/656-7, and he then captured it by storm.” 10 el-Belazurî; 266.s.
11 el-Belazurî; 266.s. : “In the time of ʿAbd al-Malik, it reverted to the Greeks, and was resettled by Armenian and Nabaṭî (i.e. Aramaic-speaking) peasants.”, “Encyclopedia of Islam” 12 Hayrettin Karaman, “Hayatımızdaki İslâm”, İstanbul-1432 (2011), İz neşr., 2.tab’; 3.c., 28.s. 13 Hayrettin Karaman, http://www.medyagundem.com/hayrettin-kahramandan-cubbeli-ahmete-sert-yanit/ “‘Muaviyeyi sevemem’ dediğim doğrudur. Onu Hz. Ali, Hasan, Hüseyin (r.anum) da sevmiyorlar... Ümmetin de Muaviye’yi sevdiğini sanmıyorum; eğer sevselerdi çocuklarına onun adını da koyarlardı, ben bu isme hiç rastlamadım...”
14 http://emm.newsehplorer.eu/NewsEhplorer/entities/ro/237514.html hamasın sıhhiyye nâzırının adı, muâviyye hasaneyn. 15 Hâfız Muhammed ibn Ahmed ez-Zehebî, “Siyeru A’lâmi’n-Nubelâ”, Beyrut-1417 (1992), er-Risâle neşr.; 3.c., 120.s. : Ahmed ibn Ebî Ya’kûb el-Ya’kûbî, “Târîh”, Beyrut; 2.c., 238.s. ; (Vecdi Akyüz, a.g.e.; 136.s.) den naklen. : İmâm Abdu’r-Rahmân ibn Ebî Bekr es-Suyûtî, “Târîhu’l-Hulefâ’”, İstanbul-1371 (1952), Eser neşr.; KK.s.
16 Muhammed Salih Ekinc Efendi, “Ashab-ı Kiram’ın Etrafındaki Şüpheler”, İstanbul-1416 (1996), Birinci tab’; “Tarihte Metod ve Tarihi Tetkikler Işığında Sahabe Dönemi”, Konya 1999 (1419)), İkinci tab’ 17 ‘Ömer Nasûhî Bilmen Efendi, “Ashâb-ı Kirâm (Hakkında Müslümanların Nezih İ’tikadları, Hazret-i Muaviye Hakkında Suallere Cevaplar)”, İstanbul, Bilmen neşr.
18 Ahmed Fâruk (Hüseyn Hilmî Işık Efendi), “Eshâb-ı Kirâm”, İstanbul-1406 (1986), Üçüncü tab’; Benim mütâleâ etdiğim bu tab’ıdır ammâ bu güne kadar kaç def’â bu kitâbı tab’ etdiklerinin sayısını cenâb-ı Hakk bilir. Her hâlde tedâriki âsân kitâblardandır ve bu cihetiyle dahi kayda değer. 19 İhsan İlâhî Zâhir, [“Eş-Şiâ ve’s-Sünne” tercemesi] “Şia’nın Kur’an İmamet ve Takiyye Anlayışı”, Ankara-1404 (1984)
20 Muhibuddin Hatib, [“elHutûtu’l-‘Ârıza li’Şiâti’l-İsneyaşeriyye” tercemesi] “Bir Araştırma”,. 21 İbrahim Süleymanoğlu, “Mehdilik ve İmamiye”, İzmir-1407 (1987) 22 Hafız Zehebi, “El-Munteka (Şiilik ve Mahiyeti)” tercemesi, Konya-1406 (1986) 23 İbn Hacer el-Heytemî hazretleri, [“es-Sevâiku’l Muhrika” tercemesi] “Yakıcı Yıldırımlar”, İstanbul-1411 (1990), Bedir neşr.
24 Ayetullah Humeyni, “İslam Fıkhında Devlet”, İstanbul-1399 (1979), Düşünce neşr. 25 İmam Humeyni, “İslamda Devlet”, İstanbul-1411 (1991), Objektif neşr. 26 Ali Şeriati, “Ali Şiası Safevi Şiası”, İstanbul-1410 (1990), Yöneliş neşr.
0 notes
hurufi · 8 years
Text
Nusaybinin Drone larla Bombalanması Haqqında
·Thomas Nagel, “The Ethics of Drones”, “London Review of Books” mecm., 5.’aded, 23 Cemâziyu’l-evvel 1437 (3 Mart 2016); 38.c., 3-6.s.; (Scott Shane, “Objective Troy: A Terrorist, A President and the Rise of the Drone”, XI1436(IX2015), Bantam neşr.) kitâbının tenqîdi vesîlesi ile.
·“Eye in the Sky” (Ölüm Emri) (1436/2015) filmi
·Michael Sandel, https://www.youtube.com/watch?v=kBdfcR-8hEY
 I.
PKK nın itlâfı kendilerine ihâle olunan salâhiyyetliler, malatyaya bir qaç saat mesâfedeki vilâyetlerde mücâdele ediyor. Bu harb esnâsında muhtemelen bir taqım qazâlar oluyor. Asker telefâtını asğarîye indirmek üzere “insansız hava cihâzı”/ İHA denilen “drone” lar qullanılıyor. Bu mücâdele içinde mümkîn mertebe “sivil”lere zarar vermemek üzere bir siyâset ta’qîb edildiği ifâde ediliyor. PKK nın qarşı-propağandası ise, bu mücâdele içinde birçoq sivilin öldüğü istiqâmetinde. Vaqıânın haqîqatde ne olduğunun ta’yîni zor olmaqla berâber “drone”lar vâsıtası ile edilen muxârebenin netîcesinde, bir taqım mâsûm insanların arada qalıp ölecekleri veyâ saqat qalacaqları muhaqqaq. Bu tarz mücâdelenin tatbîq sâhaları: ğazze, afğânistân, ıraq, somali gibi “terörle mücâdele edildiği” söylenilen yerler. Böylece, filistinli mücâhîdler veyâ somalili el-qâideciler nasıl qalabalıqların arasında saqlanıyorlarsa bu taktiği ihtiyâr eden PKK da, kendini sivil nüfûsun içine saqlıyor ve türkiyye askeriyyesini müşkîl qarârlar vermeğe zorluyor.
İsrâil idâresinin, filistinli müslimânlarla mücâdele ederken sayısız çocuğu öldürmek istemediği muhaqqaqdır. Kendileri ‘aleyhinde propağanda sebebi olan bu hâdîselerin isrâil idâresi tarafından istenilmesi ma’qûl değil. Daha basît ifâdesi ile, şâyet imkân bulsalar; filistinli mücâhidlerden elleri silâh tutanları veyâ kendileri ‘aleyhinde mücâdele etmeye müsâid kimseleri öldürmekle pek a’lâ yetinebilirler. Bu, PKK ile mücâdele eden türkiye siyâsîleri ve askeriyyesi içün de vârid. PKK, el-qâide, filistinlilerin; kendilerinden silâhca daha güçlü organizasyonlara qarşı, sivil nüfûsu kalkan ederek mücâdele etmeleri anlaşılabilir bir taktik mâhiyyeti hâiz. Amerikada türkiyenin PKK ile mücâdelesini protesto eden PKK lıların, reîs-i cumhûriyyete “çocuk qâtili” demeleri, işte bu propağanda ve askerî taktiğin netîcesi.
 II.
“Drone”/ insânsız hava cihâzları ile mücâdele ederken bir taqım müşkîl vaz’iyyetlerin xusûlü ve böylece bir taqım mühimm PKK lı kâfirlerin itlâfı vuquunda bunların yanında mâsûm kimselerin de öldürülmesinin îcâb etmesi ihtimâlî; nazarî ve ‘amelî mâhiyyeti hâiz. Muxârebede drone qullanılması vesîlesi ile bir çoq axlâqî, siyâsî, huqûqî mes’ele zuhûr etdi. Muxârib olmayan insânların drone taarrûzları vesîlesi ile ölmesi, ğarblı vicdân sâhiblerini rahatsız ediyor. Ğarblılar, vicdânî rahatsızlıqlarlarını ber-tarâf etmek üzere ellerinde mevcud vâsıtalara müracaat ediyorlar. Kirli vicdânlarında siyâsî tasarrûflarla etdikleri cinâyetlerden xâsıl olan huzûrsuzluqlarını ber-tarâf etmek, ıstılâhıyla ifâde etmek lâzımsa kendilerini haqqlı çıqarmaq/justification/ tebrie etmek üzere behâneler veyâ mâzeretler uyduruyorlar.
Ğarblı axlâq edebiyyâtında iki mezheb üzere, cevherci/essentialist ve netîceci/consequentialist mekteblere mensûb kimseler bu mes’elede müzakere ediyorlar. Gûyâ, bir mâsûmu öldürerek birçoq mâsûmların öldürülmesine mâni’ olmaq fikri bu insânların cinâyetlerini mâzûr qılıyor. Sosyal psikolojide dîger-ğâmlıq/altruism tedqîqleri vesîlesi ile mevzu’ edilen bir ğrup davranış bu cümlede tedqîq olunuyor. Qalabalıq bir ğrup insânın ölmesine mani’ olmaq üzere bir mâsûmun fedâ edilmesine râzı olub olmama misâli, ğarblı axlâqcıların mezhebini ta’yîn ediyor. Consequentialist/netîceciler bu mâsûm qurban sâyesinde daha fenâ netîcelerin xusûlünün önüne geçilmesinin qabûl edilebilir bir fenâlıq/lesser evil olduğunu düşünürken ‘aqsi mektebde olan cevherîler/essentialist velev qalabalığın menfaatine olsun, bir mâsûmu fedâ etmeye haqqımız olmadığını düşünüyorlar.
İslâm ‘âlemini işğâl içün kâfî ahlâqî sebebi olduğunu düşünen bu ahlâqsız rejimlere ‘aql veren entellektüel, ‘aql xocası, siyâsîler; bir tarafı aristoya dîger tarafı kant a uzanan bir serî mübâhese/argument ile meşğûller. İşledikleri cinâyetleri meşrûlaşdırmaya kâfî sebebler gören kâfirler; bir tarafdan vicdânî huzûrsuzluqlarını ber-tarâf etmek üzere kendi içlerinde mübâheseler ederek rahatlarken, dîger tarafdan öldürdükleri insânların trajedilerini film, roman ederek tatmîn olmaq cihetine gidiyorlar.
 III.
Ğarbda axlâq felsefesi/ethics bahslerinde yazan en mühimm kimselerden olan thomas nagel; terörist, devlet, drone qullanan asker arasındaki huqûqî ve axlâqî hudûdda vâqi’ taxribâtı mevzu’ etmek üzere yazılmış bir kitâbı tenqîd ediyor. Bush zemânında amerikan idâresinin salâhiyyetlilerinin; isrâillileri hamaslı müslimânları dronelar vâsıtası ile şehîd etdikleri içün tenqîd etmelerini ve şimdi obamalı amerikalıların “terörle mücâdele” eşqıyâlığındaki asıl vâsıtasının drone lu cinâyetler olmasındaki tenâquza işâret ediyor. Cinâyetlerin kitlevî hâl alması vuquunda ferdî hikâyelerin değil de artıq istatistiklerin mevzu’ edilmesi haqqındaki enteresan tesbît de bu zâtın yazısında geçiyor. Obama denilen adamın, amerika xâricindeki teröristlerin öldürülmesine bi’z-zât qarar vermesinden bahs etdiği yerde, ‘aqlınca mîzâh ederek “İnsanları öldürmekde iyi olduğumu anladım.” dediğini rivâyet ediyor.[1]
Drone larla “terörist” dedikleri insânların ‘âileleriyle berâber öldürülmesi ve 9/XI hâdisâtı esnâsında bir taqım kimselerin pentagon a düşürülecek tayyareleri “fedâkârlıq” olmaq üzere daha büyük mahsûra sebebiyyet vermemek içün içindeki mâsûmlarla berâber başqa bir yere düşürmeleri, ‘aynı axlâqî muhâkemenin parçası hâline geliyor. “Terörist” dedikleri Müslimân insânların, işğâl altındaki memleketlerini qurtarmaq yolunda, kendilerini meydânlarda mâsûm insânlarla berâber öldürmeleri veyâ şehîd etmeleri de ‘aynı cümleden. “Mâsûmları bir maqsad yolunda öldürmek” şâyet bi-zâtihî suç, maraz, ahlâqsızlıq ise ya’ni axlâqî mevqi’iniz cevherî/essentialist ise hükm farqlı; şâyet “işler netîcesine göre qıymetlendirilir.” diyen netîceciler/consequentialist denseniz hükm farqlı olur. Şâyet, “her ne hükme varırsanız varın, bunların cümlesi bir muayyen mi’yâr ile ma’nâ qazanır,” diyorsanız bir yere qadar nazariyyeleri te’hîr edib ameliyye ile işi götürebilirsiniz. Faqat gavurların ifâdesi ile “günün sonunda”, oturub neyi niye etdiğinizi muhâkeme etmeye başladığınız zemân; “meşru’ qılıcı olanın nasıl meşru’ olaraq icrâ qılındığı?” suâliyle muxâtab olacaqsınız.
Fıqh kitâbları, Şer’-i şerîf ‘indinde mâsûmları öldürmemek gerekdiği bahsinde de zarûret vuqu’unda ne edilebileceği bahslerinde de tafsîlâtı hâiz. Bunun nazariyyesinde, ‘adâlet-i mahz ve ‘adâlet-i izâfî mes’elesi, hazret-i ‘ali radyAllahu ‘anh ile hazret-i muâviyye radyAllahu ‘anhın aralarındaki ixtilâfın anlaşılmasında mevzu’ edilmiş.[2]
 IV.
Bu hafta vizyonda olan “Eye in the Sky” (Ölüm Emri) filmi, insansız hava cihâzları/drone lar vâsıtası ile edilen axlâqsız harbin içinden bir sahneyi mevzu’ ediyor. Amerikalıların, somalide “terörist” dedikleri bir ğrup Müslimânı drone lar vâsıtası ile öldürürlerken orada bulunan, “ekmek satan bir mâsûm çocuğu” da öldürmek mecbûriyyetinde qalmaları mevzu’ edilmiş.
Filmi seyr ederken türkiyeli bir Müslimânın, terörist qardeşleri ilemi yoqsa somaliyi işğâl eden amerikalı-ingiliz-kenyalı Allahsızlarlamı ‘aynı saffda durduğunu düşünmesi zarûreti ile qarşı qarşıya qalıyorsunuz. Mes’ele, malatya-spor/newyork-spor dostluq maçı havasında olmadığı içün ahlâqî qıymetlendirmelere gelene qadar ortada neyin olub bitdiği haqqında, fikr sâhibi olmaq gerekiyor. Kendini havaya uçuran teröristlerin ne içün bu işi yapdıqları haqqında bir şey’ düşünmeye gerek yoq. Film veyâ ğarblı alçaqların yazdıqları sayısız meqâle, kitâb, beste cinsinden curufât başından sonuna qadar bu “siyâsî” suâlin cevâbını dışarıda bıraqmaq sûretiyle te’lîf olunuyor. ‘Acebâ, oradaki mâsûm qızcağızın trajedisini mevzu’ ederken gözleri dolan ve vicdânî sıqıntılar yaşayan amerikalı, ingiliz medenîler somalide ne arıyor? Evvelce ne arıyorlardı? Türkiye orada ne arıyor? Diyarbaqırda, nusaybinde ne aradığımız haqqında, “Evvelce buralarda putperest-yezidî kürdler yaşıyorlardı; Müslimân türkler ve kürdler ve ‘arablar geldik, onları öldürdük, yaşadıqları yerleri “haqq-ı fetih”le aldıq. Buraları tekrâr put-perest toprağı etmek isteyen kâfirleri de öldürüyoruz.” deseniz kendince bir siyâsî tutarlılığı var. Ya amerikanın, ingilterenin somalide ne işi var?
Faqat bu mel’ûnlar oraları ve buraları qarışdırırlar, işğâl ederler, buna kendilerini salâhiyyetli görürler. Onlara qarşı mücâdele edenler “terörist”dir. Hele gelip brükseli, parisi qarışdırır, kendi “mâsûmlar”ını öldürmeye qalqışırlarsa “drone”lanası teröristin önde gidenidir. Faqat şâyet onlar somaliyi, sûriyeyi işğâl ediyorlar ve buradaki Müslimân muhârîb ve mâsûmları şehîd ediyorlarsa bunlarla ‘alâqadâr kendilerini haqqlı gösteren/justify bir huqûqları vardır.
Böylece ğarblı “vicdân” sâhibi askerler ve siviller, bütün “medenî”liklerini göstererek somalide öldürülmesi gereken bir taqım teröristleri “drone”larken, oradaki mâsûm qızı öldürmemek içün müdhîş bir ruhî sıqıntı yaşıyorlar. Gözleri yaşlı amerikalılar ve ingilizler, bu yavrucaq ölmesin diye büyük ğayretler gösteriyorlar.
 V.
Drone/insânsız hava cihâzları harbi sâyesinde; “terörist”lerle, bunların yaqınlarında bulunan mâsûmları berâberce öldürmeyi “meşrû” sayan idârelerin ve insânların, kendilerini meydânda patlatan insânlar ‘aleyhinde söyleyecek “meşru’” bir argümanları yoqdur. Devletler de terörist denilenler de, neticesi i’tibârı ile fi’llerini meşrûlaşdıran/justify kimseler ve müesseseler. Devletler, gûyâ vatandaşlarını veyâ menfaatlerini qorumaq içün bir taqım uyduruq prensipler muvâcehesinde drone larla mâsûmları öldürmekde kendilerini mâzûr görüyorlar; “terörist” dedikleri teşkîlâtlar da meydânlarda “terörist”lerini havaya uçurmaq sûreti ile maqsadlarına nâil olmaqda kendilerini mâzûr sayıyorlar. Her iki gürûh da mâsûmların öldürülmesini prensip olaraq tasvîb etmezlerken, “meşrulaşdırıcı” gerekçelerine mebnî “öldürüyorlar. Bu xusûslarda muhâkeme burayla bitmiyor, faqat başlıyor.
2VII1437/10IV2016
[1] Thomas Nagel, “The Ethics of Drones”, “London Review of Books” mecm., 5.’aded, 23 Cemâziyu’l-evvel 1437 (3 Mart 2016); 38.c., 6.s.; “It turns out that I am really good at killing people.”
[2] Bedi’u-z-zemân Saîd Nursî, “Mektûbât”, “15.mektûb”, “Haqîqât Çekirdekleri”; 64.mâdde
0 notes
hurufi · 8 years
Text
Müslimân Homo-seksüeller ve Sübyâncılar Haqqında
I.
Müslimân Homo-seksüeller ve Sübyâncılar Haqqında
Papazların ellerindeki çocuqları cinsî olaraq sui isti’mâl etmelerini mevzu’ eden, 1436 (2015) târîhli ve daha bir qaç ay evveline qadar sinemalarda gösterilen Spotlight filmine muttali’ bir taqım keferenin; papazların arasında olanların, Müslimânların arasında da olması gerekdiğini düşünmesi tabiîdir. Dînî mensûbiyyetin şahslardaki cinsî sapmaları yoq etmeye değil bastırmaya yaradığı erbâbına ma’lûmdur. İstatistikî olaraq Müslimânların cem’iyyetlerinde de bulunması lâzım gelen yüksek sayıda homo-seksüelin aramızda hetero-seksüel gibi yaşadığına şübhe yoq. Bu vâqıâdan habersizce qonuşub yazılmaya devâm edildiği taqdîrde pey-der-pey ortaya çıqacaq olan cinsî sapma esâslı krizler, Müslimânları meşğûl edecekdir.
Hristiyânlığın ve müesses psikiyatri nizâmının homo-seksüellik ‘aleyhindeki tavrındaki değişiklik yaqın bir zemâna qadar Müslimânlarınkinden farqlı değildi. 1390 (1970) lardan i’tibâren psikiyatri cem’iyyetlerini ifsâda qâdir olan homo-seksüel lobileri, tedrîcen bütün amerikan müesseselerinde siyâseten hâkim oldular. Katolik kilisesi xâric olmaq üzere, lâubâlî protestan kiliselerinin mühimm bir qısmı bunların cinsî temâyüllerini qabûl ve hattâ aralarındaki evlenme şarlatanlıklarını taqdîs etdiler. Ğarblıların arasında bu qadar yüksek sayıda homo-seksüel görünmesinin sebebi, evvelce gizli/latent homo-seksüel olanların, artıq gizli yaşamaya ve kendilerini değişdirmek içün uğraşmaya lüzûm görmemelerindendir.
Müslimânların arasında da bütün cem’iyyetlerde bulunduğu qadar homo-seksüel bulunuyor olması quvvetle muhtemeldir. Homo-seksüalizmi mümkîn qılan genetik ve etrâf sebeblerin tahaqqûq etdiği her yerde gizli veya âşikâr homo-seksualizm görülecekdir.
Daha az olduğu tahmîn edilmekle berâber sübyâncılıq/pedofili de ‘aynı şeklde cem’iyyetimizin içinde bulunuyor olmalıdır. Karamanda ensâr vaqfında cereyân eden sübyâncı vâqıâsı, dînsizlerin mekteblerinde devâmlı sûretde bulunsa da bunun mevzu’ edilmeyib, Müslimânların arasındakinin mevzu’ ediliyor olmasının siyâsî cihetini anlamaq mümkîn.
Amerikadaki homo-seksüeller, homo-seksüalizmin tedâvî edilebilir bir rahatsızlıq değil normal bir cinsî tercîh olduğunu, memleketlerindeki psikiyatri teşekküllerine ve amerika hükûmetine qabûl etdirdiler. Hattâ bununla da iktifâ etmeyib tam bir homo-seksüel şirretliği olmaq üzere, homo-seksüalizmin tedâvîsi ile meşğûl olunmasını men’ etmek üzere türlü eyâletlerde da’vâlar açdılar ve ba’zılarını qazandılar. Türkiyedeki psikiyatri cem’iyyetlerinin mühimm bir qısmı, homo-seksüalizmin tedâvîsi lâzım gelen bir “tıbbî hastalıq” olmadığı qanaatindedir.
Pedofili ile homos-eksüalizm arasında biolojik, psikolojik, genetik cihetlerden neredeyse hîç bir farq bulunmadığı ma’lûm olduğu hâlde, siyâsî mülâhazalalarla pedofili ve homo-seksüalizmi ayırdılar. Ğarblı ahlâksız siyâsî psikiyatri teşekküllerinin bu tasarrûfunu cümlesi bilse de mevzu’ etmek işlerine gelmez ve hele amerikada ise bu husûsda ileri-geri qonuşmanın kendine pahalıya patlayacağını bilir.
Her türlü psikiyatrik rahatsızlığa mübtelâ insânların Müslimânların arasındaki mevcûdlarının, normal nufûsdaki mevcûdlarından nisbeten daha fazla olduğu muhaqqaq. Çünki Müslimânlar ve cemaatleri bu insânlar içün birer ilticagâh. Bu cemaâtlere intisâb, homo-seksüalizm ve benzeri hâllerde suçluluq hisslerini bastırmaq içün bir vesîle olmaq faydasını hâiz. Bu mensûbiyyetler, homo-seksüel ve sübyâncı insânların zihnen Müslimân olduqları hâlde, şu ve bu sebeble homo-seksuel veyâ subyâncılığa olan meyllerini bastırmaları içün müsâid bir zemîn teşkîl ediyor.
Müslimânların arasında, “qadınlara baqmayan” (latent erkek homo-seksüeller) şeklinde yaşayan bu insânların, zihnen mensûb olduqları İslâmî tefekkür îcâbınca yaşamaq ve bi’l-hâssa hiss etmek husûsundaki sıqıntılarını yoq saymamaq gerekiyor.
Müslimân homo-seksüel ve pedofillerin bu marazlara mübtelâ oluş vetîreleri/prosess ve mübtelâ olduqları hâlde bunları bastırmaya muvaffaqiyyetleri; bu şahısların Müslimânlar arasında “qanaat önderi”, “cemaat reîsi” sûretinde bulunmalarına mâni’ değildir. Pek a’lâ, bir cemaat reîsi “’âlim” kişi, homo-seksualizmini veyâ pedofilisini  bastırdığı hâlde etrâfına ‘aqıl dağıtıyor, anladığı şekliyle İslâmı tebliğ ediyor olabilir.
Gençliğinde çocuk istismârından mahkûm edilen ve sonra bu ‘amelinden tevbe etdiği düşünülebilecek mustafa islâmoğlunun artıq evvelce âşikâr olan cinsiyyet esâslı xatâsının o ibtidâîlikde devâm etmesi gerekmiyor. Psikiyatrik spekülasyonlar târîhi bu gibi vâqıâların îzâhı ğayretleri ile doludur. Freud, homo-seksüalizm ve pedofili gibi cinsî sapmaları, ödipal/oedipal kriz denilen müesses otorite veyâ nizâmı qabûl veya reddiyle ile îzâh ediyor. Mustafa islâmoğlunun babası, amcası, annesi ve analığı arasında çözülememiş çocukluk travmaları; mustafa islamoğlunun babası ahmed xocanın kendi muhîtinde mutasavvıf ve sünnî bir kimse bilindiği ve büyük hürmet gördüğü hâlde mustafa islâmoğlunun bu zâtın medresesinde babasını rezîl eden bir fi’le tevessülü; ahmed islâmoğlu xocanın mensûbu olduğu İslâmî telaqqî xilâfına mustafa islâmoğlunun mütemâdiyen fantastik evangelistik îzahlarla medyatik rant peşinde koşması gibi vâqıâlar, bir evangelistik modernistin zihninin emotional/hissiyâtî quruluşunun freudien modellerle îzâhı babında zengin malzemeler barındırıyor. Hissiyâtî/emotional quruluş, idrâqî/cognitive kuruluş demek olmaz ve cognitive sâhaya dâir evangelistik iddiâlar hissiyâtî i’tirâzlarla def’ edilmez. Faqat bu keyfiyyet, İslâmî-sünnî tefekkür evangelistik hezeyânlara qarşı mükemmelen müdafaa edilse de bu mezhebe mensûb kimselerin ne sebeble inâd etdikleri husûsunda bize mümkîn bir îzâh sunar. Psikolojik îzâh arayışları, modeller, paradigmaların; îzâha tevessül etdikleri hâdîselere dâir mükemmeliyyet barındırmadıqlarını ifâde etmek lâzım. 
II.
Malatyadaki Çocuk Tecavüzcüleri
Çocuk istismarı, pedofili, sübyancılıq bahslerinde sevgili milletimizin göz yaşartıcı hassasiyyetine hürmeten, bu vesîle ile, cumhuriyyet devrinin en mühimm ğazetacılıq hâdisesi olmaq üzere; malatyadaki çocuq istismarcılarının listesini neşr etmeye qarar verdim. Malatyada cinsî sapma gibi vâqıâlarla 'alâqadâr bir psikiyatrist olduğuma göre, bu mühimm vatanî hizmetimin büyük ecirler getireceğine ne-şübhe. Vereceğim listedeki tecâvüzcülere baqar, kendi çocuğunuza bunların musallat olub olmadığına qarar verirsiniz. Okul be okul, sınıf be sınıf tecâvüzcüleri ifşâ ediyorum:
“Ya bizimki de mâruz qaldı ise?” diye qorqdunuz, değilmi? Memleketimizin bed-nâm evangelistlerinden mustafa islamoğlunun 1980 li senelerde, kayseride, babasının medresesinde bir çocuğa tasallut etdiği haqqında, 10 sayfa boyu neşr edilen mahkeme qararını oquduqdan sonra, artıq mustafa islamoğlunu oqumayacağını söyleyen hissli qardaşıma: "Mustafa islamoğlu tek sübyancı olaydı da, o ne idüğü bellisiz evangelistik islamizm mezhebine mensûb olmayaydı. Adamın qafasındaki maraz, başqa yerleriyle işlediği söylenilen marazdan dahamı ehemmiyyetsiz? Adam elindeki neşir vâsıtalarıyla, bütün bir milletin zihnine, dimâğına tecâvüz ediyor oquyorsun, faqat merkûmun temâmen a’mâl-i şaxsiyyesine dâir ve pek a’lâ tevbe etmiş olması mümkîn bir hâdise vesîlesi ile, “bir daha oqumam” diyorsun.” demişdim.
Tevhîd-i tedrîsât başımıza musallat olduğu günden beri, memleket mekteblerinde Müslimân çocuqların zihinlerinin tecâvüze mâruz qalmasına bir i’tirâz yoq amma “karamanda sübyâncının biri çocuqlara musallat olmuş” deyince var, öylemi? Çocuklarınız ‘acebâ qız-erkek qarışıq oqullarda birbirleri ile koklaşıb, gezişiyorlarmı? Haberiniz varmıydı? Bu sübyâncılıq değil, tabiî. Mustafa islâmoğlunun sübyâncılığı gibi lüzûmsuz bahisler, hîç değil. Türkiyeli, malatyalı Müslimânların böyle bir mes’elesi varmı?
Cumhûriyyet ğazetesi, karamandaki sübyâncı zâtın mensûbu olduğu ensâr vaqfını tenqîd içün, bir başqa sübyâncılıq mahkûmu mustafa islamoğlunun bu vaqfın artvin şûbesinde insânları ifsâd etmesine imkân vermesini mevzu’ etmiş. Şübhesiz ki bunlar siyâsî ahlâqsızlıqlardır. Cumhûriyyet ğazetesi gibilerin fırsatdan istifâde etdiği ve böylece ensâr vaqfını vurmaya çalışdığı açıq. Bizâtihi varlığı ahlâqsızlıq, sübyâncılıqdan beter dînsizlikden ‘ibâret olan bu uğursuz ğazetenin idârecileri; ensâr vaqfına gelen ve bu vaqfın işğâl etdiği mekânları bir taqım lüzûmlu lüzûmsuz adamlara qullandırması ile sübyâncılığın bir ‘alâqasının bulunmadığını bilmez değildir. Bunların ahlâqsızca mücâdelelerinin hilâfına; “Mâdem ki bunlar “bizim içimizdeki” sübyâncıları ve bunlarla teşrik-i mesâi eden vaqfları tenqîd ediyorlar, öyle ise bu şahıs ve vaqfları sâhiblenmek lâzım.” şeklindeki muhâkeme Müslimâna yaqışmaz. Bahis mevzuu vaqfın idârecileri; “Müslimânların arasındaki sübyâncılığın tedqîqi”ne dâir enstitü, mecmuâ, konferans tertîb etmeli ve bu şâibe ile ma’lûl olan adamları, isterlerse tevbekâr olsunlar kapılarından içeri almamalıdırlar. 
Psikiyatri cem’iyyetine bir sorun baqalım, homo-seksüellik bir rahatsızlıq sayılırmıymış? Bu cem’iyyetin müfsîd zihniyyetine mensûb edebsiz meslekdâşlarımızın eline düşen bir çoq çocuq, tedâvî dahi olunmadan “normal, cinsel tercîh” diyerek eve gönderiliyor ve anne-babalarına bu rezîlliği qabûl etmeleri lâzım geldiği xusûsunda telqinâtda bulunuluyor. ��Homo-seksüellik hastalıq değildir ama pedofili veyâ sübyâncılıq hastalıqdır”, öylemi? “Çocuq-gelin” diye hop oturub qalqan edebsiz kâfirler, Müslimânların evlâdını İslâmî terbiyye ile yetişdirmesine düşmândır.
Müslimân çocuqlarının zihnen tecâvüze mâruz qalmaları, cinsî tecâvüze mâruz qalmalarından beterdir. Tecâvüze uğrayan da, tecâvüz eden de günahkâr Müslimân olabilir. Amma ğarbın dînsizliği, ‘aqâidini taxrîb etmiş; zihni, fikrî tecâvüze mâruz qalmış olan kâfir veyâ mürted evlâdı; cinsî tecâvüze uğramasa ne-yazar. Her işin başı, tashîh-i ‘aqâiddir ve cumhûriyyet mekteblerinin varlıq sebebi, Müslimân evlâdından lâik kâfirler töretmekdir.
DSM V denilen 1435 (2013) den i’tibâren cârî olan psikiyatrik hastalıqlar tasnîfinde pedofili, hastalıq olmaqdan çıqarıldı. Homo-seksüel psikiyatristlerin de içinde bulunduğu hey’et, bu teşebbüsü öyle şiddetli protesto etdiler ki teklîf geri alındı. Pedofiller, homo-seksüeller lobisine xitâben; “Vaqtiyle amerikan cem’iyyetinin homo-seksüellere etdiğini şimdi siz bize ediyorsunuz. Sübyancılık bir şahsî cinsel tercîhdir.” dediler ama homoları iknâ edemediler. Bi’l-hâssa, iki tarafında rızâsı ile vâqi’ sübyâncı çiftleşmenin hastalıq sayılıb sayılmaması, psikiyatri ile uzaqdan yaqından ‘alâqası olmayan, neredeyse temâmen siyâsî bir mes’ele hâline döndü. Avrupalıların son iki cinsî yasağından biri olan ensest, ya’ni bacı-qardeş çiftleşmesi ile ‘alâqadar yasaq; neredeyse bütün avrupada cezâ qânûnlarından qaldırıldığı gibi psikiyatrik rahatsızlıqlar tasnîfinden de çıqarıldı. İkinci yasaq sayılan pedofili veyâ sübyâncılıq haqqındaki münâqaşalar, “küçüklerin korunması” mes’elesi etrâfında devâm ediyor. Cinsiyyetle ‘alâqadâr tahdîdlerin zayıflaması ile bunun da temâmiyle ber-tarâf olacağına ne-şübhe. “Psikolojik gelişme” hikâyesinin temâmı, “psikolojik gelişme”ye yüklenen ma’nâdan ‘ibâret. Mes’ele, bioloji seviyesinde ise, ‘adet gören bir kadının biolojik kifâyeti muhaqqaq, buna refâqat eden rûhî dedikleri kifâyet/yeterlilik de, cem’iyyetin o şahsdan talebleri ile şekillenecek vasıfda. Şâyet bu şahıs yeni-gine de yaşayan bir yamyam-insan ise, “o cem’iyyetde” 9 yaşından i’tibâren çiftleşmesinde bir mâni’ mülâhaza olunmuyor ve bu kültür tarafından ta’yîn edilen mâhiyete “hastalıq” veyâ “suç” nisbet edilmiyor. Cem’iyyet bu şahısdan üniversite okumak, para kazanmakla ‘alâqadâr taleblerde bulunduqdan sonra tahdîdler istiqâmetlendirmeler ona göre ta’yîn olunuyor.
İslâmî noqta-i nazarından, şahıs ‘aqil ve bâliğ sayıldıqdan ya’ni ‘âdet gördükden sonra, “şartlarını yerine getirmek şartı ile” elbette evlenebilir. Buna i’tirâz etmek qadar Allahsızlıq, ahlâqsızlıq olmaz. Müslimânların önündeki en mühimm kitlevî tehlikelerin başında gelen mes’elelerden biri; “çocuqlar kızlı erkekli okullarda okurken, nikâh yaşının yükseltilmesi”dir. Hîç bir ahlâqî telqîn veyâ tazyîk ile bu mes’ele çözülemez. Kâfirler bunun pek a’lâ farqında ve bu sûretle cem’iyyetin modernizasyonunu, ğarblılaşdırılmasını, ahlâqsızlaşdırışmasını planlıyor ve başımızdaki ahmaqların sâyesinde bunu gerçekleşdiriyorlar.
III.
Battal ğâzînin qorqaq torunları
Necîb ve qahramân milletimizin, şanlı târihiyle ‘alâqasız zemânlardan geçdiğini görüyoruz. AVM lere bombalanacağı içün girmeyen, sokakalara dahi mümkîn olsa çıqmayan bir korkak insân qalabalığı ile qarşı qarşıyayız. Ma’qûliyyetle bir ‘alâqası bulunmayan, temâmiyle kaygı sıqıntısı yaşayan insân qalabalıqlarının reaksiyonunu ‘aqs etdiren bu keyfiyyeti anlamazsaq milletimizi anlayamayız.
Görünen o ki, kalabalıklar içün “risk değerlendirmesi” denilen şey’in pek ma’nâsı yoqdur. İnsânlar rasyonel/ma’qûl davranmaqdan ziyâde, irrasyonel/hissî davranmaya meyil gösteriyorlar. İstediğiniz qadar bombalanma riskinin düşüklüğünü telqîn edin, bir te’sîri olmuyor. İnsânlar televizyonlardan, internetden gördükleri ile düşünüyorlar, tahayyül ediyorlar ve qorquyorlar. İnsanların qorqmaları haqqında, psikiyatristler, psikoterapistler nasıl “yarğılamadan” yaqlaşıb onların korkuları ile barışmalarını te’mîn etmek içün çalışmalı iseler; geriye qalan bütün devlet, diyânet, matbuât, ‘ulemâ, umerâ; korkaklığı ‘ayıplamak ve qahramanlığı yüceltmek vazîfesindedir. Psikoterapist nasıl, zihnen inqışâf etmemiş ergenle, onun korkularını istihzâ etmeden, ergeni yarğılamadan empati içinde çalışmalı ise; anne-baba ve cem’iyyet, davranılması gereken “normal”i müdafaa etmek mecbûriyyetindedir. Ergenin edebsizliğine, saçmalamasına, anne-babanın müsâmaha etmesi gerekmez. Doğru ne ise, bu “otoriteler” tarafından korunmalı ve müdafaa edilmelidir. Korkaklık rezîllikdir ve ‘ayıblanmalıdır. Psikoterapistler kendi müsâmâhakârlıqları dâiresinde muâmele ederken ‘âlimler, siyâsîler korkaklığı ‘ayıblamalı, cesâreti, şecaati teşvîq etmelidirler.
Cebhede vurulanların ardından zırlayan paşa manzarasına ihtiyâcımız yoqdur. Asker, ağlayıp zırlamaz, öldürür. Muhârebede “vatan sağ olsun” edebiyyâtı, “şehîdlik” edebiyyâtına ihtiyâcımız var. “Vurulan gencecik yavrularımızın yavukluları ile mülâkât”, “vurulmamış olsa üç gün sonra evine gelecekdi” gibi saçmalıklara değil. Evlâdı cebhede vurulmuş anne-babaların dengesizleşib oradaki asker sivile saldırması ve “siz öldürdünüz oğlumu” diye saçmalamasının önü alınmalıdır. Askerlik mesleğine dâxil olan profesyonel öldürücülerin işi, olabildiğince hayâtda kalmak ve en ahlâqlı şekilde düşmânı öldürmekdir. Mezba-hânede şâire ihtiyâcımız yoqdur. Koyun ve keçilerin ızdırâbını dillendiren vejeteryan şâirlerin işi kassablıq değil ve bunların bulunmaları gereken yer, mezba-hâne değil. Muhârebe mezba-hânesinde, -isterlerse inanmıyor olsunlar- “‘axiri Cennet olan cihâdı, İslâm vatanı içün şehâdeti” mevzu’ etmek stratejisi asıldır. Psikopatlar hâricinde kimse kolay kolay, “m.kamalin askeriyiz”, “lâiklik içün cebheye” diyerek ölüme gitmez. Şu veyâ bu harbin cihâd olub olmadığı burada mevzu’m değil. Vâqi’ taktik xatâların psikolojik cihetiyle meşğûlüm. Şâyet birileri bu muayyen harbi beğenmediği içün siyâsetine “harb sevmezliği”, “insânların birbirlerini öldürmemeleri” edebiyâtını âlet ediyorsa, bu onun mes’elesi veyâ suî isti’mâlidir.
11VI1437/21III2016
0 notes
hurufi · 8 years
Text
Bursada bir malatyalı seyyâh
I.
malatya ve sâir kitâb fuârlarının muqâyesesi beyânında
Hasbe’l-qader bulunduğum bursada, meğer buraya vardığım gün kitâb fuârı açılacaqmış. Gitmiş bulundum ki bu vesîle ile istanbul ve malatya kitâb fuârları ile muqâyese etmeğe belki imkân bulayım. TÜYAP ın tertîb edildiği salon, istanbuldakinin benzeri. Ya’ni malatyadaki çadıra benzemez. Cesîm salonlarda, üçer metrelik koridorlarda tertîb olunmuş, geniş standlar mevcûd. İstanbuldaki fuarlarda xâsıl olan i’tiyâdım gereği, “İlk gündür, çoq qalabalıq olur.” zannı ile gitmeğe dahi tereddüd etmişken, ne göreyim: standların arasındaki geniş koridorlarda, tenhâlıqdan yel esiyor. Sağda solda; “âteşli kemalistler derneği” neşriyyatı, “mâhir çayanın rûhunu çağırma cem’iyyeti neşriyyâtı” gibi harâretli standlar olmasa bu yelin ortasında, üşürsünüz. Hattâ bursaya izâfe edilen yeşillikden mülhem, yellencek koridorların ortasına tenhâlığın izâlesi içün ağaç dikesim geldi, faqat malatya belediyyesindeki ba’zı zevâtın xovfundan, buna cür’et edemedim. Gelir bunlara da ağaç kesmeyi, çınar budamayı öğretmeye qalqarlar, alışqanlığa sebebiyyet verir, bir nev’ mes’ûl olurum. Eksik qalsın. Gûyâ bu tenhâlığın bir sebebi, istanbulun istiklâl câddesindeki bombalama imiş. Hassâs qalbli ve ürkek vatandaşlarımız kitâb almaya gelmemişlermiş.
İstanbuldaki TÜYAP, 1980 li senelerde tepe-başında şimdi TRT nin işğâl etdiği yerde olurdu. O zemânlar Müslimânlara iki uyduruk stand verirler, buradaki zevât, her hangi bir neşriyyât-evinin de değil faqat mu’tâd kitabcı tarzında, kimin neşriyyâtı varsa, birer ikişer tezgâhına koyar, tezgâhın bir kenârında da mushâf, meâl gibi kitâblar bulundururdu ki lüzûmu vuquunda irşâd ile meşğûl bulunsunlar. Nemâz qılmaq içün bu zındıqların TÜYAP ında yer bulamaz, merdiven altında, izbe köşelerde, hattâ qavğa ile nemâz qılardıq. Heyhât şimdi öylemi? TÜYAP ın tezgâhdarlarının ekserîsi, bir şeklde örtük bacılardan ‘ibâret. Örtük bacı ve qardeşlerin sosyalizasyon, flörtizasyon sahneleri, ba’zen önlerinde satdıkları kitâblardan daha câlib-i diqqat teferruât barındırıyor. İslamist sohbeti cümlesinden; islamist oğlumuzun “Hangi yönetmenin filmlerini seviyorsun?”, sualine cehlimden tanıyamadığım bir gavurun filmlerini sevdiğin söyleyen sıqma-baş, sıqma-kot islamist bacının sohbetindeki derinliğine dahi meftûn oldum. 1960 larda, istanbula oqumaya giden ve islamist de olmayan çırmıxtılı cevânların qızlarla qonuşmaq maqsadı ile “sen işli küfte yapmayı biliymisin?” veyâ “buralarda tuxunik bişiren yer varmı?” gibi muhâvere xatâları ile mevqi’ ğayb ederken şu muhâverât-ı fikriyyeye, entellektualiteye baqın? Aralarında âyet, hadîsmi teâtî edelerdi? Yüzleri yerdemi duralardı? Avrat-bazarına dönmüş bu rezîlliğe şeriât düstûrunca i’tirâz edib, “Müslimân qızlarının tezgâhda ne işleri var?”mı diyelerdi?
Neşriyyât standlarının da mühimm bir qısmını bir şeklde kendini ya Müslimân veyâ islamist sayan zevâtın neşriyyâtı teşkîl ediyor. Nesil neşriyyâtın “Her şey okuyan nesiller için” sloğanına meftûn oldum, o qafa ile fuârın dört bir tarafında döndüm. Nesiller, ne içün her şey’ oquyan çöp-qafalar hâline geleymiş? Bu qadar qîl u qâl, insânların zemânını alan lüzûmsuzluqlarla zihnini meşğûl etmek maqbûlmü sayılır? Kitâb oquma müsâbaqaları tertîb edenlerin, kitâbların keyfiyyetine, mündericâtında ne olduğuna değil de mücerred kitâb olmasına i’tibâr edenlerin kitâbcı esnâfı bunlar oluyor, zâhir. Kitâb oquma bahsi geçince, ğarblıların devâmlı kitâb oquduğundan bahs eden memleketimin köylüsü, ğarb keferesinin ne oquduğuna baqmaz. Dünyâda-âxiretde fâidesi olmayan, kıvır-zıvırla vaqtini zâyi’ etmenin neyine iltifât edelim?
riyâkâr islamistlerin poz vermesi beyânında
İslamist neşriyyâtının duvarlarında, ulu-aqıl-hocası-islamist böyüklerinin en artistik pozları. Kimi ufqa baqmış, kimi elini şaqağına götürmüş, suratlarına en hikmetli tebessümlerini asmışlar; riyâkâr pozlarını vermişler. Siyâh-beyâz resimleri duvarda fon olmuş, önde hikemiyyâtı kapağından taşan kitâbları satılır. Alafranğa kitâb imzâlama meclîsi bid’atı zuhûr etdiğinden sonra, psiko-sosyo-patoloji müşâhedâtına bir vesîle daha ‘ârız oldu. Bunların mezhebinde, sûret, fotoğraf yasağımı varmış? ‘Âleme nizâmât veren âxir-zemân uluları, cumhûriyyet evlâdının âxiretde şefaâtcileri. Göreceğiz, kendülerine xayrları olacaqmı? Bunları mevzu’ etdiğim bir zât, kendi zibillerimle uğraşacağıma, hasetden duvardaki o mübârek kılıklı muharrîr super-starlara kulp taqdığımı ixtâr etdi. Kemâl-i tevazû ile ve be-ğâyet ma’nâlı edâlarla muxâtabıma dönüb; “‘Azîzim, yazana değil yazdırana; söyleyene değil söyletene, baq. Acizâne, faqîrâne, haqîrâne, kıtmîrâne” buyurdum. Buyurdum? Tevbe estağfurullah. İnşaAllah bu hava ile saçmalarken fotoğrafımı felân çekmemişlerdir. Suratıma bir-iki şaplak atıp, kendime geldim. Evliyâ çelebinin, “Bursa rûhaniyyetli şehrdir.” dediği bîhûde değil. Allahın malatyalısı olub da buralarda gezinirsem, olacağı bu. Merhûm, “rûhâniyyetli” demiş, bunun cinnî-rûhânî olmasına da bir mâni’ yoq. “Bir an evvel buralardan savuşsam eyi olacaq.” dedim. Netekim bursa, niyâzî-i mısrî merhûma da yaramamışdı. Muhtemelen rahatsızlıq eseri, “Hazret-i hasan ve hazret-i hüseyin peyğamberdir.” dediği bir ğarîbe risâleyi burada yazdıqdan sonra limniye sürgün etmişlerdi. Bursanın ortasından geçen bir dere var. Allahu ‘âlem, cinnî tâifesi bu dere etrâfında eyleşir. Ne işim var benim bu burusa elinde?
II.
bursanın ulu-câmisine hasetle baqan bir malatyalının i’tirâfları
Bursalıların şehrlerini sevmeleri içün kâfî sebebleri var. Başları ucunda duran dağ ve etrâfın yeşilliği, İslâm şehri olduqdan sonra burada sâkin sayısız ‘âlim, şeyh efendilerin, pâdişâhların huzûr-ı ma’nevîsi biz malatyalıları köylü vaz’iyyetinde hiss etdirmek içün kâfî. Hâl buki bursalıların ulu câmisi varsa bizim de var. Hattâ onlarınkinden daha qadîm. Onlarınki ta’mîr olunmuşsa bizimki de ta’mîr olunmuş. Bizimkinin içinde cehennem-usûlü altdan ısıtma, bizim evdeki radyatörlere benzeyen güzelim kalörifer petekleri, îmân gevreten dâvûdî hoparlör teşkilâtı, câmi’nin önünde arabaları park etmek içün alabildiğine tabiî çakıllı sâha da var. Ne var? Bizimki hadd-i zâtında, daha müze benzeri. İnsanın burada nemâz kılmak yerine, bir rehber vâsıtası ile gezesi geliyor. Daha az baqıb, daha çok hayâl kurmak içün kâfi her şey’, bizim ulu-câmi’de mevcûd. Bunların ulu-câmisi sanki yaşıyor. Çarşının ortasında qalmış. Ah, buraya ne gözel AVM dikilirdi, bir bilse bu bursalılar. Faqat bir mes’ele var ki ilk fırsatda malatyadaki diyânet teşkilâtının salâhiyyetlisi efendilerin buraya bilgi ve görgülerini arttırmaları içün gelmelerine kâfî: Câmi’nin içindeki ses teşkilâtı, içeriye yanlışlıkla girmiş bir kâfiri, korkusundan kelîme-i şehâdet getirmesine sebebiyyet verecek qadar dâvûdî. Benim korkum, Müslimânı dînden çıkarma tehlîkesi. Nemâz kıldırma me’mûru işini bitirdikden sonra girdiğim câmi’de mihrâba yuvalanmış bir grup mevlidhân efendiler, önlerindeki mikrofonlara karşı öyle kükrüyorlardı ki isrâiliyyâtda anlatılan, yûşâ ‘aleyhisselâmın ordusunun erîhanın duvarlarını nasıl nidâ ile yıqdığını o saat anlamış bulundum. Ulu-câmi’, süleymân çelebinin mevlîdinin bir kültür mevzu’u olmaq üzere oqunduğu bir culture-mosque olduğuna göre, ister nemâz qılın, ister qılmayın. Hâl buki bizim aşağı şehrdeki ulu-câmi’de, mesâi saatleri dâhilinde, bir sinek alçak uçuşla câmi’nin bir ucundan dîger ucuna diklemesine sefer etse, bir nemâz qılana tesâdüf etmeyeceği gibi, kanatlarının vızıltısı dahi câmi’nin içinde yankır da bir duyan olmaz. Menkıbeye bakın hele!
bursanın ulu-dağına hikmetle baqan aç bir malatyalı müteahhidin proceleri
Ulu-dağ denilen dağı, devlet ihâle parasını vermemiş, bîhude yere %10 hayr ederek hayrettin karamanın hayr-duâsını almış ama duâsı qabûl olmamış bir aç kalmış müteahhid gözüyle süzdüm. TOKİ ye selâm olsun ki bu ulu-dağ, ovadan tepesine qadar onbin blok apartımanla şenlendirilebilir ve buraya moderin bir bursa veyâ üç boy malatya sıkıştırılabilir. Biz ki tecde bağlarını darmadağın etmiş battal ğâzî ahfâdı olmuşuz, o üç tâne çalı, çam, kestâneyimi kesemeyeceğiz? Kuşbakışı etdiğim hesâblara göre bir dağ dolusu odunla memleketimizin enerji ihtiyâcının yüzde onunu karşılarız. Burada yaşayan av heyvânları ile işcileri besler ve evet procemizin en millî ve muhteşem kısmı olmak üzere: uludağın en tepe noktasına, o şehrin içinde sıkışıp kalmış, köhnemiş ulu-câmi’nin üç misli büyütülmüş bir beton modelini, ay üzerinden dirbünle türkiyeye bakan bir astronotun dahi görebileceği şekilde oturturuz. Böylece 2123 senesine qadar cemaate kâfî gelecek bu procemizle ne kadar ileri görüşlü olduğumuzu, dosta ve düşmana göstermiş olacağız.
İşte bu derd ile derdlenirken, qarnım acıqdı. Ne içün bursanın ‘alâmeti iskender kebâbı olmaz ‘acebâ diye fikr ederken, iskendercinin duvarında in-önünün resmini gördüğüm gibi içimi bir huzûr kapladı. Doğru yerde yemek yediğim hissine kapıldım.
İskendercinin az ötesinde, bursa belediyesinin kitâb satış bürosunu görünce gene huzûrum kaçdı. Gerçi bu kitâblar bursa vâlîliğinin değil, bursa belediyyesinin neşri. Her hâlde bizim malatyada kültür müdîrliğinin deposuna gömülü kitâbların günâhı, vâlilik neşriyyâtı olmasıdır.
Bursa belediyyesinin neşr etdiği kitâblar içinde biri var ki gördüğüm ândan beri ismi qafamda dönüb duruyor: “II. Uluslarası Felsefe Kongresi … Şehir ve Felsefe” Rabi’u’l-âxir 1434 (Şubat 2013) Demek ki bursanın üniversitesinin felsefecileri belediyeye teklîf götürmüşler. Belediye de halk nâmına bunların kitâbının neşrine vesîle olmuş? Vay benim kayısı başım? “XXX. Uluslar-arası ve gezegenler-arası Kayısı Kongresi… Kayısının C vitamini deposu olması hakkında en son araştırmalar” İşte bize lâzım olan, bu. Felsefe karın doyurmaz ama kayısı cildi gözelleşdirir.
III.
“malatya sözlüğü” kitâbının tenqîdini tenqîd
Cemil Gülseren, “Malatya Sözlüğü”, Malatya- Ramezân-1435 (Temmuz-2014), Malatya Kitaplığı neşr.
İsmâil Kara, “Güneyce-Rize Sözlüğü”, Rabi’u’l-âxir-1435 (Mart-2014), Dergah neşr.
Geçen yazılarımın birinde malatya kitâblığı neşriyyâtı arasında çıqan “Malatya Sözlüğü”nü tenqîd etmişdim. Kitâb tenqîdinden ziyâde kitâb cinâyetine veyâ ıtlâfına benzeyen o yazımı ta’dîl etmek istedim. Temâmını başdan yazmaq lâzım gelen bu kitâbın içinde bir emek gömülü. İnşâAllah ya müellîfin kendi veyâ bir başqası bu malzemeyi alır ve üstüne maqbûl bir eser inşâ eder. “Hîç-yoqdan iyidir.” şâyet bir hikmetse, bu kitâb da bir şey’ sayılır.
Müverrîx-i şehîr ismâil qara bey, kendinin içinden çıqdığı güneyce-rize köyünün “sözlüğü”nü yazmış. Biz böyük-şehrin malatyasının sözlüğünü yazamıyorken, bir becerikli, imkânlı adam, nasıl köyünün “sözlüğü”nü yazarmış, ‘ibretle okunacak, daha doğrusu bakılacak kitâb. İsmâil bey, artıq bir enstitü hey’eti ile çalışan, çalışdıran, yazan, yazdıran bir kimse olmaqla berâber, bu enteresan metni keyfine göre, anacağızı ile sohbet ede ede yazmış, süslemiş, allayıp pullamış. İsmâil beyin, adına “bir köy risâlesi” dediği, “bir böyük şehri” ya’ni hasedi ile bed-nâm, “hasudun malatya” şehrini qahr etmeye kâfî bir kitâb husûle gelmiş.
11VI1437/21III2016
bu meqâleyi şu adresden oquyabilirsiniz:
http://goo.gl/hHI2FR
0 notes
hurufi · 8 years
Text
Malatyanın Meddâhları ve Müneqqîdleri
işbu meqâle, (I)meddâhlıq ve müneqqîdlik, (II) bir tenqîdsizlik misâli olmaq üzere malatya kitâblığı projesi (III) “malatya sözlüğü” kitâbının tenqîdi olmaq üzere üç qısımdan ‘ibâretdir.
I.
meddâhlıq ve müneqqîdlik
Edebî tenqîd fikri, tanzîmâtdan sonra bize intiqâl edince, buna bir kelîme qarşılığı vermek lâzım oldu. Tanzîmât muharrîrleri, nun-qaf-dad kökü üste ‘arabcadan bir kelîme türetdiler. “Tenqîdmi doğru, intiqâdmı doğru? diye tereddüd etdiler ve nehâyet tenqîd/müneqqîdde qarâr qıldılar. Bu mefhûma nazaran; malatyada qadîm mescîdlerin yıqılması, şehrin betonlaştırılması, ağacların kestirilmesi birer “menfîlik” olaraq tenqîde mevzu’ sayıldı. Mes’ele, “müsbet” işlerin de tenqîd cümlesinden sayılmasında oldu. Şâyet bu kelîmeyi ğarblıların qullandığı ma’nâda qullansaq; meselâ kitâb fuarı tertîbi, kerpiç evler inşâsı, eski belediye binâsının yerine park ihdâsı, yeni belediye önünde park ihdâsı gibi icraâtlar da tenqîd cümlesinden sayılmalı idi. Faqat bizde tenqîd, “müsbet” işlerin “taqdîr”i haqqında pek qullanılmaz oldu.
Evvelce ortada tenqîd mefhûmu henüz yoq iken, tedâvülde olan bir mefhûm vardı: meddâhlıq, kasîde-xânlıq yâhud daha basît ifâdesi ile yalakalık. Bu sûretle, “quvvet sâhibleri”ne medhiyye düzen meddâh, şâir, muharrîr efendiler, “ihsân” görür, geçinirlerdi. Evvelce bu işi edenlerin muxâtabı; pâdişâh, vezîr, ağa olduğu içün, medhiyyeyi işiden ve câizeyi meddâha veren arasındaki hissî alış-veriş husûsî bir dâire içinde qalırdı.
İnsanların qusûrlarının ve maqbûl taraflarının bir kişinin kendine söylemesinden ‘ibâret olan bu muâmele, axlâq-ı şaxsî dâiresinde mütalaa edilebilecek sâha ile mahdûd idi. Meddâh olan zâtı dinlemekden hazz eden ğâfil emîr, bu adamı yanında bulundurabilir, onu maaşa bağlayabilir, bir vazîfe vererek geçinmesini te’mîn edebilirdi. Şeyh efendi, bu emîri i’qâz edib kendi kendine havalara girmemesi gerekdiğini ixtâr eder, kibrlenmenin, meddâh herîflerin muvaffaqiyyetleri kendine nisbet etmesinin İslâmî tefekküre aykırı olduğunu, nefsini iyi hiss etdirenleri etrâfında bulundurulmaması gerekdirdiğini ixtâr ederdi.
Matbuât ve ‘umûmen medya, yaşama şeklimize dâxil olduqdan sonra, tenqîd ve medhiyye orta yerde cereyân eder oldu. Ğazete ve televizyonda dinleyici ve oquyuculara xitâb eden meddâhlar, siyâsîler, -gûyâ- ‘âlim ve -hâşâ- mütefekkîrler, hattâ şeyh müsvetteleri; karşılıklı olaraq biribirlerini yalama temâşâları ile hazz etmeye başladılar. Evvelce bizde cârî olan, tevâzû kılıfı altında kibrini saqlama, kapalı narsisizm (closet narcissism); ‘alenen birbirini medh etmekle zâhir olan teşhîrci narsisizm (exhibitionistic narcissism) e inkilâb oldu. Bâtılılaşmanın, dînsizleşmenin, axlaqsızlaşmanın en bâriz bir ‘alâmetlerinden biri, orta yerde, seçim meydânlarında, ğazetelerde, televizyonlarda bir adamın kendini medh etmesi veyâ bir taqım meddâhların “o büyük, fedâkâr, ulu zâtı” medh etmesi oldu.
Muvaffaqiyyetlerin ve kusurların gizlice ifâsı, hayrları teşhîr etmeden rızâ-ı İlâhî içün etmek şeklindeki İslâmî axlâq; medhin de tenqîdin de ‘alenî ifâsına döndü. Ahlâqsızlığın demokratikleşmesi şeklinde ifâde edilebilecek bu tatbîqât vâsıtası ile müneqqîd, tenqîdini ‘alenen yazıyor ve karar sâhibi “seçmen- xalq” dan alkış alıyor; meddâh, o ulu zâtın büyük icraâtını medh ederek “seçmen- xalq” ın taqdîrini topluyordu. Bu işlerin idâresi bir “halkla ilişkiler” mes’elesi olaraq telaqqî ediliyor, “yandaş” ve “muxâlif” matbuât ve muharrîr müneqqîd-meddâhlar ortalığı işğâl ediyor, ‘avâmın zihni bu sûretde demokratik manipülasyonlara açıq hâlde iğfâle mahall oluyordu. ‘Âlim ve mürşîd müsvettesi adamlar; televizyonlarda “xalqı irşâd” maqsadıyla çıqdıqları horoz dövüşlerinde gûyâ haqqa tercemân olurlarken, karşılarında ‘aqsi fikrde olan kimseleri “rezîl” ederek tarafdârlarının alkışlarını kalblerinde hiss ediyorlar, insanların ona teveccüh etdiği sevgi hissleri ile ma’nevi orgazmlar yaşayan bir hayvanlar olarak ömrlerini zâyi’ ediyorlardı.
Muhâlîf olmanın da bir raconu olduğu ve iktidârın bu “zulmü” karşısında nasıl acılar içinde “sado-mazoşistik” hazzlar yaşayanların direlildiğinin psikolojisi de ayrıca tahlîle muxtâcdır. Bunların bir alt ğrubu olan, muxâlif şahsiyyet marazı (oppositional defiant disorder), mümkîn olan her vesîle ile muxâlefet ederek var olmaya çalışan bir hâlet-i rûhiyyenin ifâdesidir. Refîq xâlid (karay) beyin “muxâlîf” hikâyesi edebiyyâtımızda, henüz devr-i saîd-i tayyîbîyi idrâq etmediğimiz devrlerde, bu rûh hâleti ile ma’lûl bir şahsın tasvîridir. Muxâlîf sado-mazoşistik rûhiyyât, her zemân eqalliyyetde/azınlıqda dir. Yayğın olan, iltifât gören ve cem’iyyet xaste-xânesinin ekseriyyâ xastelerini teşkîl edenler, meddâhlıqla zâhir olan narsisistik marazın mübtelâlarıdır.
Ta’rîfi gereği muxâlifler iktidârda olanlardan azdır ve quvvet ve hazz, iktidâr sâhiblerinin elindedir. Bu hâliyle iktidârdakileri bekleyen tehlike, meddâhların verdiği hazza aldanaraq yaşamaqdır. Yalakalar hey’etinden gelen tenqîdciklerin varlığını, “biz kendimizi zâten tenqîd ediyoruz”, “yapıcı tenqîdlere açığız” sahte tesellîleri qabûl eden muqtedîrler böylece belâlarını bulurlar. Seciyyevî olaraq/characteristically narsisistik maraza mübtelâ olanlar, tenqîde veyâ yüzleşdirmeye tahammül edemezler ve narsisist olduqlarını dahi anlayamadan, Allahın onları muxâlefetle veyâ iktidarsızlıqla imtihân edeceği güne qadar sâfâlarını sürerler ve o hâlde de belâlarını bulurlar.
Cârî demokratik dînsizlikde, iktidâra meddâhlıq eden kimseler bu ‘amellerinin “ahlâq”ını, “icraatlarını” anlatmaq mecbûriyyeti ile îzah ederler. “Allahın izni ile muvaffaq olduq” lafı, bunların ağız ğarğarasıdır ve içi, axlâqsız muqtedîrin içi qadar tenhâdır. “Elhamdülillah şu işi becerdik” diyen iktidâr sâhibi riyâkâr, haqîqatde Allaha hamd etmediği gibi “Allaha hamd”ı pis siyâsetine ‘alet eden bir rezîldir. Haqîqî ixlâsın nasıl olduğu, ixlâs ile hamd edib iş etmenin; Halvet der encümen/ xalq içinde Haqq ile olmanın ne qadar müşkil olduğu ta’rîfe gelmez.
II.
bir tenqîdsizlik misâli olmaq üzere malatya kitâblığı projesi
Cumhûriyyet devri boyunca malatyadaki en mühimm kültür hareketi, vâlî ‘ulvî saran bey devrinde başladı. Bu zâtın şahsî ğayretiyle “malatya kitablığı” ‘unvânı altında bir proje başlatıldı. Malatyanın kayısı beyinli herîflerin şehri olmadığının isbâtı sadedinde kitâblar neşr edildi.
Ulvî bey gitdi faqat ardından gelen vâlî ve hâlen vâlîlik eden zevât; bu projeyi desteklediler, en azından mâni’ olmadılar. Malatya gibi köy-şehirlerde bir şey’ yapılmasa da yapılana mâni’ olunmaması büyük fazîlet sayılır. Bu xusûs AKP belediyyeleri içün husûsiyle cârîdir. CHP zulmu ile ma’nen ta’lân edilen, dînsizleşdirilen malatyada; AKP ve evvelindeki sağ iktidârlar devrindeki en mühimm icraat “(menfî) bir iş yapmamaq”dır. “Nemâz qılmıyoruz ama nâmussuzluq da etmiyoruz” vezninde cereyân eden bu tarz-ı ‘amel, aslâ taxfîf edilmemelidir. Yapılan şu ve bu kırık dökük işin yanında iktidârdakilerin “yapmadıkları” ve yapabileceklerini düşününce neyi qasd etdiğim anlaşılır.
Meselâ, AKP iktidârları devrinde; “battal ğâzî kuklası heykeli”, “-ayıpdır söylemesi- kayısı heykelleri”, “dede korkut ve saz arqadaşları heykelleri” dikildi. Hal buki, AKP yerine, ismi lâzım olmayan bir parti, neûzubillah iktidâra gelmiş olsa; pek a’lâ “donsuz malatyalı heykeli”nin karşısına “malatyalı kemalist köçek heykeli” dikebilecekdi. İnönü üniversitesi denilen ve bir zemân malatyanın cerahatli apandisiti gibi duran, “yüksek-lise” ve “karaciğer parça-değiştirme okulun”da bahar şenlikleri adı altında tertîb edilen fuhuş çayırlarına devâm edilebilirdi. “Yeşil sermâye- fırsatcı sermaye kutsal ittifâqı âbidesi” olan, hilton ve havâlisinde gezişen lite-tesettür bacılarımız; bu zevqli faaliyyetleri yerine o eski zemân döküntüsü yeni câmi’ etrâfındaki esnâfın elinde qalabilir geyindikleri sexy-tesettür sıkma pantolon sıkma bluz elbiseleri ile cumhûriyyet yobazlarının işğâl etdiği yerlerde gezişemezlerdi.
“Yemeyenin malını yerler”, “biz etmeyelim de onlarmı etsin?” hikmetleri sâdece malatyaya mahsûs işlerden değildir. Hem bunların cârî sistem zâviyesinden “qânûnsuz” olması da gerekmez. “TC kânûnları keyfinize kâfîdir.” buyuran şerîru’z-zemân cumhûriyyet qadısı bir mel’un türkiyede hîç yaşamadımı? Bedi’u’z-zemân merhûm, “Meşrû dâiredeki keyf, keyfinize kâfidir.” buyurmuşdu. Bunların dedikleri arasında ixtilâf, varmı yoqmu? Gözlerinin şahına, paralel kazık çakılasıcalar.
Malatya kitâblığı cümlesinden neşr olunan kitâbların sermâyesini devlet verdi. İşe baqın ki kültür müdîri dedikleri zâtın deposuna atılan bu kitâblar ancaq xâtırla, dostların tavassûtu ile görülebilir, alınıb oqunabilir hâldedir ve bu ‘ârızanın giderilmesi husûsunda kimsenin bir ğayreti yoqdur. Bilemediğim hangi saçma sapan nizâm-nâmenin gereği olmaq üzere ise, neşr edilen kitâblar dışarıda satılamıyor. Büyük ğayret eseri neşr edilmiş ve şu anda iktidârda duranlar gitse de qalacaq olan, ve malatyanın fahri kayhan etrâfında dikilmiş şeddâdî apartmanlar, kayısı ve çirkinlikler köy-şehri değil de vaqtiyle bir İslâm şehr olduğunu xâtırlatacaq neşriyyât, oqunmaz ve daha mühimmi tenqîd edilmez hâldedir.
III.
“malatya sözlüğü” kitâbının tenqîdi
Cemil Gülseren, “Malatya Sözlüğü”, Malatya- Ramezân 1435 (VII 2014), Malatya Kitaplığı neşr.
i.
İsminden i’tibâren ârızalı olan bu kitâb, malatyanın en mühimm kültür yâdigârlarından olan “malatya ağzı”nın lûğâtliği iddiâsındadır. Müellîfi malatyalı değil de dârendeli olan zât, “malatya” denilen kültürel unite/vâhid inin malatya vâlîliği hudûdu olduğunu zann ederek işine başlayan bir bed-baxtdır.
CHPlilikde inâd eden “küçük-malatya”dan koparılan menderesci adıyaman cumhûriyyetinin malatya kültür diasporasından sayılmaması ne büyük mahrûmiyyet. Edip cansever, şiirinde kahtayı malatya zann ediyor ve bar habreus adıyamanlı olduğu hâlde malatyalı sayılıyor. Ne büyük hatâ? Kezâ, çırmıxtıda kurmayı düşündüğüm xilâfetden sonra çırmıxtılıların da ağzının bu “sözlük”ün hâricinde tutulacağını temennî ediyorum. Xarput vilâyetinin kenârında bir mutasarrıflıq olan ve dârende ve arapgirle ‘aynı statüdeki malatyanın, xarput ve xusûsan arapgir ağzından farqlı bir lisân unite/vâhidi olduğunu düşünmek ne qadar ‘ilmîdir?
Şâyet lisân husûsiyyetleri değil de hudûdu şu veyâ bu uyduruq mülâhaza ile çizilen bir “coğrafya unite”si içindeki “ağız” malzemesinin çalışılıyorsa adını değişdirmek qaydıyla böyle bir ‘ilmî mesâî mümkîndir. Faqat malatya ve dârende ve arapgirin coğrafî vahdeti ne ile subût bulacaq? Vâlilik hudûdu olaraqmı?
Malatya dedikleri yerde qonuşulan diller bu lûğâtde gûyâ yer bulmuş: Başta türkce olmaq üzere kürdce, zazaca, ve ermenice. Mahallî ağız lûğâti böylemi tertîb edilir? Bahis mevzu’u olan, malatyada qonuşulan türkcenin ağız lûğâti ise dîger dillerde bulunub da malatyalı türklerin qullanmadıqları kelîmeler lûğât xâricinde bıraqılmalı idi. “Malatya dilleri lûğâti” ile “türkcenin malatya ağzı lûğâti”nin arasında farq varmı?
Müellîf, kitâbın 24 üncü sahîfesinde “Oğuz Türkleri’nin Kayı Boyundan olan … Gurmanç”ların lisânından bahs ediyor. Anladığınız üzere bunlar kürt türkü veyâ türk kürdü gibi bir şey’ oluyor. Bir gurmanclığım da olmadığı hâlde bu qadar oğuz ve qayı olan kürdlere ne qadar imrendim ta’rîf edemem. Malatyalı gurmanc türkleri veya kürdlerinin istifâdesine taqdîm etdiğim bu cihet, bahis mevzuu kitâbın cenâbet-lâtin harfli-kürdcesine terceme edilmesinde büyük fâideler barındırığını mutazammındır.
ii.
Malatya sözlüğü kitâbının istisnâsız bütün sahîfeleri tertîb xatâları ile ma’lûldür. Müellîf olacaq zâtın mahallî bir ağzı zabta almaq içün lâzım gelen fonetik elifbâya vuqûfunu gösterecek tek ‘alâmet dahi yoqdur. Cumhûriyyetin 29 harfi ile mahallî ağız lûğati hazırlanabileceğini göstermeye tevessül eden müellîf neşr etdirdiği bu kitâbla türkiye lisâniyyâtcılığı içün yüz karası sayılmalıdır. Sağdan soldan toplanmış malzemeyi gûyâ harf sırasıyla boca etmek sûretiyle lûğâtmi yazılırmış?
33 üncü sahîfeden i’tibâren başlayan “sözlük”, her ma’nâda bir rezâlet meşheridir. Birinci kelime: “aba”, moğolcaymış! arabca “eb”in cem’i olan “aba” telaffuzunu mongol diline haml etmek ne ilmî fantezidir?
“Abır”, “Abır ekl etmek” müstaqîl mâddeler sayılmış. Fârisî âb-xorden den müştâq kelime “malatyaca” mâdde başlığı olmuş. Âb ın ‘arabca olduğunu zann eden luğâtci efendi ma’lumât-fürûşluq etmek üzere ermenice “apur”u da ma’nâlar sırasına dâxil etmiş.
“Adamcıl”, “sanskritce” adamas ile ‘alâqadâr bir kelimeymiş. Bizim bildiğimiz “âdem”den töreyen kelîmenin îzâhında sanskritce bir asıl!
İtalyanca asıllı “agubat”, avukatın malatyaca telâffûzu olduğu içün malatya sözlüğüne girmeyi haqq ediyor.
34. sahîfedeki “agın” ve “ağın” mâddeleri müstaqîl mâddelerdir faqat misâlleri ve bu kelimeleri îzâh içün qullanılan “açıklamalar”, tertîb xatâsı farqı ile “aynı kelîmeden xaber veriyormuş gibi görünüyor.
Malatya sözlüğünde tahammül edebildiğim bir kaç sahîfe içinde en qayda değer bulduğum ve eğlendiğim mâddelerin başında “ağız” daha “doğrusu” “ağuz” geliyor. Ağuz meğer “hititce”ymiş! İnternetde bir yazın baqalım neler çıqıyor?
Ermenice “ağbun” ile “farsca” “ahmın”, müstaqîl birer mâdde başlığı! Ğâlibâ bu kelime bildiğimiz “axbın”. Axbın da çırmıxtı-aşağı şeher dilinden.. Gelecek baskısına ‘ilâve edersiniz.
Belki de bütün marazlar, a harfinde toplanmışdır deyib bir de kitâbın ortasından bir yer tefâül edeyim dedim. Qarşıma “lollik” çıqmasınmı? “Lolo” ve “lülük” mâddeleri, bu kelimenin ma’nâsının dağıldığı yerler. Bu kelimenin gurmanc türkcesindeki iştiqâqına ‘âtıfda bulunmaya lüzûm görmeden, yunancada mevzu’ ile uzaqdan yaqından ‘alâqası olmayan karşılıkları ve “türkce” lülük, mevzu’ edilmiş. “-ik” le biten kelimelerin hangi dilin te’sîri altında malatyaca diline girdiğini mevzu’ etmeyeceğim.
Bir kelimenin malatya ağzı ile qonuşmaları esâsında lûğâtmi tertîb edeceksiniz? Morfolojiyi esâs alır, telâffûz varyantlarını yanına yazarsınız. Malatya ağzıyla qonuşan adamlar standart türkce lûğâtinde bulunan yeni ve eski ne qadar kelîme varsa hemen temâmını kendi ağızlarına göre telâffûz ederler. Bunun lûğâtimi olur?
4VI1437/14III2016
1 note · View note