Tumgik
enguzeltarih-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Mitolojideki Hayvan Kültü
Hayvan Kültü
Hayvan kültü ilkel dinlerle başlıyor. Bu kültün zamanla genişleyen kadrosuna kanatsız ve kanatlı çeşitli hayvanlar girdiği gibi, kitabi olan gelişmiş dinlerde dahi bir takım kutsal hayvanların kuvvetli izleri bulunuyor. Bu kutsal hayvanlardan kimini tanırlar gökten gönderdi, kimi cennetten yahut sudan çıktı, kimini de toprak yeryüzün verdi.
Bir de hayvan kültü gereğince; insan soylarının hayvandan gelişi, ana ve baba sayılışı, tanrı tarafından gönderilişi, onlarda birer kutsal ruhun bulunuşu Totemizmin, sonra da animizmin temelini kurmuş oldu.
Bunlardan başka bir takım hayvanların da kahraman, kurtarıcı ve besleyici oluşları hayvan kültünün ana maddelerinde bulunmaktadır.
Türk mitolojisindeki bu hayvanlar kanatsızlar ve kanatlılar bölümlerine ayrılarak burada ele alınacaktır. Bununla beraber mitik inanışların yarattığı bu hayvanlar arasında; Zoomorf şekil alanlarla bir de kanatları olmadığı halde kanat takılanlar da görülmektedir. Kanatlı atlar, kanatlı boğalar, kanatlı aslanlar gibi
KANATSIZLAR : Kurt, At, Boğa, Sığır, Koyun, Keçi, Ayı, Geyik, Deve, Köpek, Tilki, Domuz, Aslan, Kaplan, Gaokerena’lar, Abra’lar, Kamk’lar, Yılan’lar.
KANATLILAR : Kartal, Alp Karakuş, Akbaba, Kuğu, Güvercin, Turna, Karga, Kuzgun, Horoz Sungur, Omay, Buudayık, Kaan Kerede, Tuğrul, Göktubuîgan, Kaz.
Yakın Doğudan Gelenler : Huma, Kaknus, Anka, Ejderhalar, Semender, Behmut.
Kanatsızlar
KURT: Kutsal ve uğurlu bir hayvandır. Totem kabul edildiği,ana, baba olduğu gibi, kurtarıcı, yol gösterici, kahramanlara yardımcı, şefkatli, cesaretli, iyilik sever yaratık olarak tanınmıştır.
(Ergenekon)dan çıkan Türk’lere, İslâmlığı yaymak üzere Muhammet Peygamber’in gönderdiği üç adama, Oğuz Han’a seferlerinde yol gösterici ve kurtarıcı olmuş, Hiyung-nu’ların Hakanlarından birinin tanrıya vermek istediği kızlarına; tanrı kurt şeklinde giderek koca olmuş, bir efsaneye göre Cengiz’e baba, (Assena) efsânesinde de ana olmuştur.
Çuvaş’lara göre Bihambar adında kurtların bir de hükümdarları vardır. (Erkam Aidar) masalında tanrının kuyruksuz mavi bir kurdundan bahsedilmektedir. Kurt, renklerine göre; Boz Kurt, (Gök Borü), Ak Kurt, Kızıl Kurt, diye anılırdı.
Kurdun Türk boylarında ve efsanelerde; Börü, Börte, Börcü, Assena, Sina, Cina, Cine, Cino, Yaşkar gibi adları geçer. Kurt, (Dede Korkut) hikâyelerinde de çok geçer. Bir yerinde (Kurt Yüzü mübarektir) denilmektedir. Kırgız dualarında (Altı ağızlı kurt) tabiri vardır.
Kurt, uğurlu, hayırlı bir hayvan olduğu gibi, şifa verici has-salarının da bulunduğu üzerindeki inanmalar Anadolu da da hala devam eder: Türk folklorunda; Al basmamak için lohusaların yastığı altına bir parça kurt derisi konur. Bir insan kurdun böbreğini” ve yüreğini yerse, o insan memesi şişen koyunun memesine dokunsa hemen iyileşin Çocuğu yaşamayan kadınlar bir kurt derisini ortasından deler, çocuğu oradan geçirirse o çocuk yaşar, uzun ömürlü olur. Çok uyuyanlar cebinde kurt gözü bulundurduğu müddetçe az uyur. Kurdun aşığı delinir de küçük bir çocuğun beşiğine asılırsa o çocuk nazar olmaz.
Cesaretli olmak için de Kurt’tan şöyle faydalanılır: Bir adam Kurdun yüreğini kebap eder de yerse o adam cesur olur. Kurdun her hangi bir işaretini insan üzerinde taşıra heybetli görünür. Bir taraftan da Kurt’tan korkulur ve: (Kurt tüyü Azrail tüyüdür) derler.
Kurdu öldürmek te iyi sayılmaz. İslâmlık tesiriyle yerleşen bir inanışa göre: (Kurt Hazreti Ali’nin köpeğidir. Onu öldüren zarar görür.)Kurdun öldürdüğü hayvan pis sayılmaz, eti yenir. Çünkü Kurt bir hayvanı önce boğazlar, ondan sonra yer.
Bu gibi inançlara saygı gösterildiği içindir ki Kurt millî sen-bol olarak ta kabul edilmiş; Armalara, paralara, bayraklara konulmuştur.
0 notes
enguzeltarih-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Yada Taşıyla İlgili Bir Rivayet
Ebülberekât Nişaburi ve nasır Tûsî ve hâkim Tifaşî ve Mansurî ve sair itimat olunur âlimlerin o taşın acip hikâyelerini ve garip rivayetlerini nakledip kendileri itimat ettikleri birçok kimselerden işittiklerinden doğruluğuna inanmışlardır.
O taşa Türkler Yeda taşı demişlerdir. Müteaddit sıfatlan ve garip hassaları görülmüş bir taştır. Bazısı toprak renginde beyaz ve ağır olup, derununda kırmızı nokta bulunur ve bazı lekesiz beyaz ve kimi koyu kırmızı (pıhtılaşmış kan rengi) ve kimisi de muhtelif renklerde olurmuş. Ebülberekat: (Ben hazine-i sultan zamanında mezkûr vasıflarla mevsuf birçok nevilerini gördüm), demiştir. Madeninde dahi ihtilâf ölüp bazı büyükler ol taşı madenîdir. Hata ve Tamğaç vilâyetlerinde olur derler. Anda dahi ihtilâf olup, kimi hanazir (yani domuz) cinsinden bir hayvandan bazısının karnında bulunur demiş.
Amma ekseriyet Çin iklimlerinde ve İranın doğu taraflarında bir cins yabanî ördek olur. Kanatları kızıl, cüssesi büyüktür. Ana Fars dilinde Sührap derler ki Anğıt dediğimiz kuşun ismidir. Bu kuş bahar günlerinde suları sığ olan göllerde yuva yapar. Yaz günlerinde o mahallin suları çekilmekle bu kuşun yuvasını iki Zira kazıp ol taşı bulurlar.
Ne kadar toplarlarsa hükümdarları hazinesine teslim ederlermiş. O kuş Mısır diyarında da olup Semmur derler. Tüyü ile gemilere ziynet yaparlar. Amma o taşın ahvalini bilmezlermiş. Cumhur-u Türkân müttefiklerdir ki, her nerede bu yağmur taşı kullanılırsa kar ve yağmur, her ne isterlerse o yerde ve o yere yakın olan yerlerde mutlaka eserleri zuhur edip istedikleri kar ve yağmur yağar.
Cumhur-u Türkandan bir cemaat o taşın hassalarma vakıf olmakla o mertebe maharetleri vardır ki isterlerse yazın güneş Eset burcunda iken yağmur ve kar yağmak, çok şiddetli yel esmek gibi acaip eserleri o taşların amali ile zuhura getirirler.
Bir derecede ki kasabalar ve köylerden birinin bir taraf kar ve yağmur yağdırır, diğer tarafında güneş meydanda ve havada lâtif olur. Bazıları yağmur için başka kar ve dolu havanın değişmesi ve rüzgâr ve toz için başka başka taşlar vardır demişlerdir.
Ama rivayet edenlerin çoğuna göre bu bir nevidir ki Seng-i yeda ve seng-i yat derler. Ancak o garip eserlerin zuhuru bu sanata vakıf olanların çoğalmasiyle olur.  Yani bir yerde onlardan bir kaç şahıs toplanırsa biri kar, biri yağmur, biri dolu yağmasına gayret edip kudret sahibi olan Cenab-ı Hak lütuf ve kereminden her birinin Say-u gayretine göre de tesirlerini halk eder.  Amma biri bulunursa kar ve yağmur ve sair garip eserlerden hangisini diliyorsa ancak onu yapar demişler. Bazı ülema o acaip eserler bazı âzâirri ve efsun vasıtasiyle ki onları Türklerden bir taife bilirler.
Onlara Yat Hizbi denir ve taşların  azimeti okunmadan bir tesiri olmaz, derler. Bir cemaat dahi mezkûr taşın tesiri Türkistan diyarma mahsustur. Diğer vilâyetlerde tesiri görülmez. Amma muhakkak ki Tüsi-î onları yalanlayarak “Bu Hassalı taş ele geçse hangi vilâyette olursa olsun kar ve yağmurdan istenen ne ise o yağar. Ancak yağdırmasını bilir bir şahsa muhtaçtır.” demiştir. Lâkin usul ve erkânını beyan etmemiştir. Bazılarının mücerret bir kabın içine kar veya su ile o taşlardan birini koyarlar ve yüksek bir yere bırakırlar. Ne niyet ve istek edilir ise o meydana gelir. Efsuna ve azaime muhtaç bir taş değildir, Deyu rivayet ettikleri mukaddeme, doludan korunmak için naklolunan  Büzürk Mirk bahsindeki hikâyeye uygundur.
Tifaşî merhum rivayeti üzerine dahi o taşların, kullanılmasını bilen şahıslara muhtaç olduğu sabittir. Zira o âlim hakim naklettiği şeyleri itimat ettiği insanlardan daima sahih olduğunu tevsik ile rivayet eder. Önce geçmiş sultanların meşhurlarından Sultan Mehmet Han-ı Harezmî ordugâhında bir Pir-i Türki o taşı ne keyfiyet ile kullandığını ve acayip olan eserlerinin ne suretle meydana çıktığını Fitnat sahibi Tifa-şi’ye şöyle anlatmıştır: O namlı hükümdar yaz günlerinde sayısız askerle sefere çıkmıştır. Bir sahrada kervanın hararetin şiddetinden ve tozun çokluğundan zengin, fakir, piyade ve süvari ne kadar insan varsa hepsi ıstırap çekmişti.
O Sultan-ı zişan yağmur taşını muhafaza eden adamına ferman eyledi ki, bu ihtiyar usul ve erkânına riayetle o taşı kullansın Allah’ın emriyle yağmur yağarak havaya itidal gelsin. Taşın muhafızı hükümdarının fermanı üzerine o Pir-i Türkî’yi davet etti.
Benim dahi onlarla ülfetim olduğundan ben de beraber bulunup yaptığını seyrettim. O şahıs bir çadır içinde başını açtı. Bir tasa su koyup önüne koydu. Üç tane uzun kamış aldı. Birini o taşın sağ, diğerini sol tarafına yere dikti ve üçüncüsünü taşın üzerine o iki kamışın başlarına bağladı. Sonra yağmur taşı renginde canlı bir yılanı kuyruğundan o taşın üzerine geçirilen kamışa baş aşağı bağlayıp astı.
Öyle ki yılanın başından tas içindeki suya iki endaze yüksekliği vardı. Ondan sonra taşın muhafızından iki parça taşı alıp o tasın içine bıraktı. Bâdehû çıkarıp o taşları yavaş yavaş birbirine sürttü ve her birini bir tarafa attı. Sonra gene alıp suya attı ve çıkarıp sürttü. Tekrar suya bıraktı. Bunu yedi defa tekrarladıktan sonra o tastan bir miktar su alıp etrafa serpti. Bu esnada ihtiyarın başı açık ve saçı dağınık ve hey’eti gazapnak’idi. mırıldanarak bir şeyler söyler ve başını semaya kaldırır, güya yağmur isterdi. İki saat kadar bu veçhile hareket ettikten sonra birden etrafta bulutlar gözüktü ve bol bir yağmur başladı, hava serinledi, insan ve hayvan rahat etti. Bunu rivayet eyleyen demiştir ki ben şanı Celil olan rabbülalemin’in hikmetine akıl ermez. ahkâmını ve yarattıklarına tevdi’ ettiği garip esrarını temaşa için o ihtiyarın yanma devam edip yukarıda yazılan ahvali defalarla gördüm.
Seferden döndükten sonra yaz günleri hava gayet sıcak iken ziyaretine varıp avdetinde yağmurun çokluğundan dolayı sellerden geçemezdim. Bu dahi Allahü teala’nın bir hikmetidir ki rivayet olunur. Bu işle iştigal eden şahıslar biri her ne zaman o işe başlasa elbette mal, evlât ve ensab cihetinden bir mazarrata uğrar ve mutlâka bir musibet ile karşılaşarak sonunda fakirlikle ömürlerini geçirirlermiş, ma’haza kendini bu işe memur edene sultan tarafından verilen ihsanlar az olmaz imiş. Ti-faşî’nin bu rivayetinden başka yalan söylemediği herkesçe bilinen diğer zevat nakletmişlerdir ki: Harzemşah Sultan Mehmet, Cengiz istilâsından önce Çin semtine gitmişti.
Bu memlekete yaklaşınca o derece çok yağmur ve kara tutuldu ki askerin çoğu ölüm tehlikesine düştü. Hükümdar o mevsimde bu havanın yağmur taşı kullanılmasından ileri geldiğini anlayarak bir kaç adamını ordugâh yakınındaki dağa gönderdi. Orada yağmur yağdırmakla meşgul iki kötü insan bulunarak huzura getirildi. Hükümdar o iki habisi siyah keçelere sardırıp diri diri gömdürdü ve derhal hava açılmağa başladı. Eğer yağmura sebep olan insanlar öldürülmeselerdi işlerinin te’siri uzun zaman baki kalır ve seng-i yede vasıtasıyla kar, yağmur ve tufan devam eder. Düşmanlarına galip gelirler dedi.
Yukarıda zikrolunduğu üzere bazj zevat, hâsıl olan neticeler o taşa mahsus bir haldir. Azimet ve efsunsuz kar ve yağmur ve tufandan hangisi istenirse yalnız o taşı suya bırakmakla istenen hal zuhur eder, demişlerdi. Buna binaen bir garip hikâye nakletmişlerdir.
0 notes
enguzeltarih-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde Bir Kısım Hayvan
Divan-ı Luğat üt Türk’te (Sıçan cinsinden, yarım arşın uzunluğunda bir hayvan, duvarların yarıklarından serçeleri avlar, koyunun üzerine atılırsa koyunun eti sararır, uyuyan insanın üzerine atılırsa o insan idrar tutukluğuna uğrar) denilmektedir.
Mitolojik hayvanlardan biri de Hazar denizi kıyılarında (Gao-kerena) adı verilen üç ayaklı eşeklerdir.
Kötülük tanrısı Erlik Han’ın yeraltı âlemindeki (Pay Tengiz) denilen yerde (Abra) admda korkunç canavarları vardır. Şaman’ lara göre (Abra) 1ar ayni zamanda Ülgen ile Erlik Han arasında vasıta olan bir takım koruyucu ruhlardandır.
Bir de Şaman’larm (Kamk) admı verdikleri bir kirpi vardır ki bu kirpi, Erlik’in oğullarından Batış’ın idâre ettiği cehennemlerdeki göllerin kenarında yaşar.
Yılanlar
Yılanlar eski Türk mitolojisinde önemli yer tutmuştur. Bununla beraber Türk’lerin bulundukları havası sert ve soğuk boz kırlar pek yılan yetiştirmez.
Sonraları güney ve batıya gelen Türk’lerce, muhit değiştirmenin etkisi altında yılana geniş yer verildi.
Yılan hakkında ve Türklerden geçerek Keldan’lılar arasında yerleşen ilk efsâne şöyledir: Kozmik âlemle beraber, Lakhmu ve Lâkhamu admda biri dişi biri erkek iki büyük yılan yaratılmıştır.
Sümer’ler ve Elamlı’lar için yapılan kazılarda bulunmuş heykellerde boynuzlu yılanlar, Kutsal ağacı koruyan yılan, kapı bekçiliği yapan iri ve boynuzlu yılanlar görülmektedir ki, bunlardan yılanların koruyuculukla da görevli olduğu anlaşılmaktadır. Sü-mer’lerce yılanların tanrısı olan (Nin-Gişzida) ile (Papsukal) da koruyuculukla görevlidirler.
Eti’lerin (Edimmu) hikâyesinde de büyük ve obur bir yılan geçmektedir.
tlluankaş adındaki yılan da Eti ve Hitit efsâneleri arasında yer almıştır
Volga Türk’lerince de yılan uğurlu bir hayvandır.
Sümer kahramanı Gılgamış sonsuz hayata erişebilmek için, denizin dibinden çıkardığı hayat otunu bir yılana kaptırmıştır.Hitit efsânelerinde bir kaç başlı yılanlar vardır (Enuma-Elis) destanında korkunç yılanlar geçmektedir.
Yılan için Türkler arasına gelerek yerleşen efsânelerden biri için Taberi’nin birinci cildinde şöyle denilmektedir.
Bir yılan yaratılmış, bu yılanın başı inciden, vücudu kızıl altından, gözleri yakuttandır, ona göklerin en yüksek tabakası olan büyük ve kutsal yere yedi defa sarılması emredildi, o da sarıldı.
Bu yılan o kadar uzunmuş ki orayı yedi defa dolandığı halde yarısı hâlâ göğün en üst katından yere doğru asılı durmaktadır. Bu yılanın dört başı her başında yedi yüz bin yüzü, her yüzünde bin ağzı, her ağzında bin dili, ayrıca seksen bin de boynuzu varmış.
Fil, maymun ve kedi gibi hayvanlar sıcak bölgeler mitolojilerinde geçmektedir.
0 notes
enguzeltarih-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Göklere Çıkmak İsteyenler ve Sonsuz Hayat Arzuları
İnsanlar arasında göklere çıkmak; Tanrılara yakın, olmak sonsuz hayata erişmek arzusundan ileri gelmektedir. Sümer tanrıları sonuz hayatı kendilerine ayırdıklarından Dumuzi adındaki balıkçıdan başka bu maksatla göklere çıkanlar olmamıştır. Sümer’lerden Etana da Güneş tanrı Şamaş‘in karukna binerek göklere çıkmak istemişse de, yükselken de başı dönerek  yere düşmüş, ölmüştür. Akkat’ların  Ziyutsudu, Sümer’lerin Utanapiştim adını, yedikleri insan, Tufandan kurtulduktan sonra, Tanrıların ernri ile yalnız sonsuz hayat verilerek dünya yüzündeki bir adaya gönderilmiştir. Sümer kahramanı Gılgamış ta, arkadaşı Enkidu’nun ölümünden sonra, çok korkmuş, sonsuz hayata erişebilmek İçin büyük zahmetlere katlanarak, Uta-napiştim’in kaldığı adaya kadar gitmiş ise de nihayet mahrumiyetle dönmüştür
Ay’ın sevdiği öksüz kız ise, ay’ın emri ve yardımı İle göklere çıkmıştır. Altaylıların, Yakut’ların törenleri sırasında Şamanlar; Suyla, Karluk, Yula adındaki ruhlarla göklere çıkarlar, çok durmadan geri dönerler. Teptengeri denilen Moğol Kâhini de bir boz ata binerek göklere çıkar, dolaşır, dönerdi.
Yunan tanrıları; insanları göklere çıkarmak yahut yeryüzünde bırakarak onsuz hayat vermekte cömert ve gevşek davranmışlardır. Bunlara ölmeyerek genç kalmayı ihsan ettikleri gibi, yalnız ölümsüz hayat verdikleri de olurdu. Ama insanlar kendilerine genç kalma verilmediği için git gide ihtiyarlıyor, kudret ve kuvvetleri kalmayınca öyle bir hâle geliyorlardı ki artık hayat onlar için tahammül edilmez bir yük oluyordu.
Türk tanrıları ise bu iş üzerinde titiz davranarak, İnsanlara sonsuz hayatı kolay kolay vermedikleri gibi, göklere çıkarak oturmalarını da uygun bulmuyorlardı.
Şimdi, göklere çıkan veya çıkmak isteyenlerden bir kaçı aşağıda açıklanacaktır:
Dumuzî
Bir Sümer balıkçısı iken îştar onu sevdi. Bu yüzden göğe alınarak tanrılaştırıldı. Dumuzi, Yunan mitolojisindeki Adonis gibi kendi güzelliğine hayran bir gençti. Dumuzi tanrılaştıktan sonra Hintlilerin Vasanta’sı, Keltlerin Dağde’si gibi mevsimlerin, buğdayların, arpa gibi bitkilerin ve çobanların tanrısı oldu. Her senenin ilkbaharında kendini gösterir, buğdaylar biçildikten sonra sonbaharda yerin altına da inerdi.
Bu inişlerin birinde cehennem, tanrıçası Ereşkigal da, Dumu-zi’ye aşık oldu, yeraltında alıkoydu. Bunu haber alan iştar çileden çıktı. Tanrılık işlerini bırakarak Dumuzi’yi bulmak için yeraltına, cehennemlere indi.
Cehennemin sıcaklarından çok bunaldıktan sonra, Ereşkigal’-m yanma vardı. iki rakip kız kardeş olan tanrıçalar birbirine çattılar. Nihayet Ereşkigâl, kardeşi iştar’ı da cehenneme hapsetti.
İştar cehennemde sıcaktan bunaldıkça ve Dumuzi de yeraltında bulunduğu müddetçe, dünyadaki bitkiler sararmaya, kurumaya başladı. Tanrılar bunun sebebini anladıkları zaman telâşa düştüler. Hemen Ereşkigal’e baş vurdular. Ereşkigal’in, iştar’a hıncı çoktu. Nihayet tanrıların ısrari karşısında Dumuzi’yi, iştar’a teslimden başka çare olmadığım anladı. istemiyerek bazı şartlarla serbest bıraktı.
Ereşkigâl, Dumuzi’yi çok severdi. Eğer Dumuzi isterse, Ereşkigal cehenneme gitmiş bir insanı tekrar dünyaya gönderirdi. Dumuzi büyük tanrı Anu’nun (Anosmas) taki sarayının kapısında bekçilik te etmişti.
Dumuzi’nin senbolü koyun idi.
Adapat
Kış bölgesinin efsaneleştirilmiş kahramanıdır. Adapat, bir gün denizde balık avlarken bir fırtına çıktı, kayığını devirdi. Adapat buna çok kızarak kayığını deviren kuzey rüzgârının kanatlarını kırdı. Büyük tanrı Anu, Adapat’m bu hareketi-ayrıca da mükâfatlandırma maksadıyla onu ölümsüzler araya girdi, Anu’ya yalvardılar, o da bunları kırmadı. Adapat’ı affetti, ayrıca da mükâfatlandırma maksadıyla onu ölümsüzler arasına almak istedi. Bunun içip de ona ekmek ile su verdi. Ama Adapat’m koruyucuu Ea (Enki); daha önce, yememesini tembih etmişti. Adapat, Ea’nın bu tenbihini hatırladı. Anu’nun verdiklerini yemedi, içmedi. Eğer bunları yese ve içseydi, hem kendisi, hem de bütün insanlar ölümsüzler arasına girmiş olacaktı.
Etana
İnsanlarla hayvanların bir arada yaşadığı eski zamanlarda çobanlara krallık etmiştir.
Etana şu sebeple göğe çıkmak istemiştir. Bir gün, gebe olan karısının doğurabilmesi için, doğumu kolaylaştıran (hayat otu) nu aramakta idi. O sırada güneş tanrı Şamaş’ın kartalma rastladı. Ona maksadını anlattı. Kartalın; aradığını ancak gökte bulacağım söylemesi üzerine, Etena buna inandı. Kartal onu sırtına aldı. Orada bulunanların hayret ve telâşları arşsmda havalandılar, önce Etena’yı tanrı Anu’nun bulunduğu göğe çıkardı. Ama orada durmadılar. Kartal onu Anu’nun kızı İştar’ın bulunduğu kata götürmek istedi. Etena da uygun buldu. O kadar yükseldiler ki Etana’nın başı dönerek kartalın sırtından yere düştü, öldü.
1 note · View note
enguzeltarih-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Herakles’in Eğitim Çağları
Herakles büyüyünce eğitim görmeye başladı. Bazı derslerden hoşlanıyor bazı derslerden de hoşlanmıyordu. Ona hoşlanmadığı dersleri öğretmeye kalkmak tehlikeli bir şeydi. Musiki dersinden hiç mi hiç hoşlanmıyordu; belki de musiki Öğretmenini sevmemiştir. Bir gün çalgısını kaptığı gibi zavall�� Öğretmenin başına indiriverdi. Adamcağız oracıkta öldü. Herakles yandı yakıldı, üzüntüden parçalandı, ama elden ne gelir? Ondan sonra musiki gibi dersleri bir yana bırakıp Herakles’e silâh kullanmayı, araba sürmeyi, güreşmeyi öğrettiler. Bu dersleri öğreten bütün öğretmenler, sağ şahin kaldılar.
Gün geçtikçe büyüyordu Herakles, güçleniyordu. On sekiz yağma gelmeden Kithiaron ormanlarında yaşayan önlü aslanı öldürdü, postunu da kendisine elbise yaptı.
Bir süre sonra Thebailer Prenses Megara ile evlendirdiler onu. Karıkoca mutluluk içinde yaşayıp gidiyorlardı; bu evlilikte üç oğulları oldu. Ama işin içine Hera karıştı yine. Herakles’i ansızın çıldırtıverdi. Aklı başından giden Herakles, Mağara’yı da, üç çocuğunu da kendi elleriyle öldürdü. Ne yaptığını bilmiyordu. Ortalık kana bulanınca kendine geldi. Olanları korku içinde uzaktan seyreden Thebaililer, onun kendine geldiğini görünce yanına yaklaştılar. Amphitryon, Megara’yla çocuklarını kendisinin öldürmüş olduğunu söyledi Herakles’e.
“Onları ben öldürdüm ha?” diye inledi Herakles. “Sen öldürdün. Ama kendinde değildin.” “Kendi kendimi de öldüreceğim.”
Bağıra bağıra evden dışarıya fırladı. İşte o anda Atina kralı Theseus göründü kapıda, Herakles’in kanlı ellerini tuttu:
“Kendini öldüremezsin, Herakles. Gözümün önünde kendini öldürürsen seni tutmadığım için tanrılar beni de bağışlamazlar sonra.”
“Demin ne yaptığımı biliyor musun?” diye sordu Herakles. “Biliyorum,” dedi Theseus, “ama acı duyuyorsun ya. İçinden neler geçtiğini anlar tanrılar, bağışlanırsın.” “Öldüreceğim kendimi.” “Bir kahraman böyle konuşmaz,” dedi Theseus. “Kendimi öldürmeyip de ne yapayım?” diye bağırdı Herakles. “Yaşayayım mı? Herkes, ‘Bak, işte karısıyla çocuklarım öldüren adam bu mu desin?” “Kendine gel,” dedi Theseus. “Ben seni Atina’ya götürürüm. Evim senin evin, eşyalarım senin eşyaların… Gün olur, sen de bana, Atina’ya yardım edersin.” Uzun bir sessizlik oldu. Sonunda, “Peki.” dedi Herakles, “dayanacağım.”
İki arkadaş, Atina’ya gittiler. Orada Theseus, Herakles’i yatıştırmaya çalıştı.
“Sen o anda çıldırmıştın,” dedi; “he yaptığını bilmiyordun. Bu işte suçun yok.”
Herakles yine yatışmadı. Karısıyla çocuklarının ölü gövdeleri geliyordu göklerinin önüne. Delphoi tapınağına gidip bakıcıya bu suçtan arınmak için ne yapmak gerektiğini sordu.
Bakıcı, “Suçlusun Herakles,” dedi, “bu suçtan arınmak: için Mykenal kralı Eurystheus’a gidip onun buyuracağı şeyleri yapman gerek.”
Bunları duyunca sevindi Herakles. Hemen Eurystheus’a koştu. Galiba pekiyi bir kişi değildi Mykenai kıralı, dünyanın en güçlü adamının kendine gelip tutsaklar gibi çalışmak istemesinden çok hoşlandı. Kendisine bu konuda Hera’nın da akıl öğrettiği söylenir. Zaten Herakles’i ömrünün sonuna kadar rahat bırakmadı Hera; onun Zeus’un oğlu olmasını kendine yediremiyordu.
Bu işleri başarıp suçlarından arındıktan sonra yeni yeni serüvenlere atıldı Herakles. önce toprağın oğullarından dev Antaios ile boğuştu, önüne çıkan herkesle boğuşurdu Antaios, sırtını yere getirdiği kimseleri de oracıkta öldürürdü, öldürdüğü kişilerin kafa taslarından bir tapınak kuruyordu kendine. Günlerden bir gün Herakles’le karşılaştı. Hemen boğuşmaya başladılar. Son derece güçlü bir yaratıktı dev, Herakles onu ne zaman yere fırlatsa, toprak anadan aldığı taze güçle, hiç yorulmamış gibi yeniden ayağa fırlıyordu. Herakles ne yapsın, tutup havaya kaldırdı Antaios’u, yere bırakmadan havada boğdu.
0 notes
enguzeltarih-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Bir Cehennem Tasviri
O sert somurtkan yüzlü şeytanlar, (Rakşas)lar cehennemlikleri kaynar kazanlar içine atarlar, orada bütün vücutlarındaki et ve kemikler tereyağı gibi çrir… Sonra yine vücuda gelirdi.
Cehennem (Ege)leri ateşle kızıllaşmış demirleri yerlerde baş aşağı yatırırlar. Dış yüzlerinden alevlenmiş kaim tulumlar etrafında tokmaklayıp onların içine batırırlar. Bütün vücutları yanıp mavi, kırmızı, beyaz yalınlar, kanallar gibi sançılıp akarlar. Binlerce yıl burada acı azaplar çektikleri halde sıcaktan canları üzülmez. Buradan çıktıklarında ustura, kasap bıçağı, daha başka kesme âletleri üzerine döşenmiş yerlere yatırırlar. Buradan çıktıklarında kızartılmış demirli yerde yatırırlar.
Ateşli büyük körükler, birçok korlü yığınları içlerinden her hangileri oradan çıktıkça Küllü ırmağa düşerler. Irmağın dibinde on altışar parmak uzunluğunda demirli şişeler, dikenliler       döşenmiş gibidirler. Rüzgâr çıktığı’ zaman, o küllü ırmağın suyu burgaç olup, büyük büyük çevrintiler çevirir. Oraya düşmüş olan cehennemlik zavallılar çevrinti ile aşağı gidip, o şişler üzerine düşerler. Bütün vücutlarını bir yandan bir yana delip çıkarlar. Bu ırmağın iki kıyısında ot, çimen bitmiş gibi keskin usturalar bitip durur. Her hangi suçlu cehennemlikler dışarı çıkmak için davranıp ırmağın kıyısına tırmandıkları zaman, bütün vücutları dilim dilim olup biçilir. O ırmak kıyısında bir ege yüksekliğinde bir demirli ağaç vardır. On altı parmak uzunluğunda demirli dikenler de vardır. Bir düziye pek çok alevler parlamış gibi yalınlanıp durur. Cehennem Ege’leri kızartılmış demirli kamçılar vurup, o ağacın üzerine çıkmalarını emrederler.
O cehennem Ege’lerinden korkup zorla oraya çıkarlar. Bütün vücutları kamışlı Viçin gibi hemen yanar. Ne zaman her hangi biri aşağıya… inecek olsa, demirli ve zehirli şişler ile vücutlarına vururlar
Bir Başka Cehennem Tasviri
Herhangi bir kimse canlı öldürmekten, geri kalmazsa, doğruca (Tapana) cehenneminde haşrolur. O cehennemde ölçüsüz derecede çok küllü su ile dolu büyük kazanlar var. Bir düziye kaynar. Cehennem, Ege’leri sayısız, çok zavallıları o kazanlara atıp kaynatırlar. Eti hattâ sinirleri, damarları ne varsa eksiksiz kavrulup pişer. Sivri kancaları ile dışarı çıkmak üzere olan başları aşağıya doğru sancılıp indirirler. O kazandan dışarı çıkmış olan baş kapkara olup (Tapana) adlı cehenneme dolarak sıkılıp dururlar. Orada toplanmış olanların bu kadar acı azapları vardır’ Bundan başka ölçüsüz, sayısız işkenceleri de var… Burada toplanmış zavallıları ateşli çukura atıp iki demirli şişle yere çakmak üzere vururlar. Bir şiş ayağına vurulur, bir şiş başına vurulur. Ondan başka doksan kızartılmış ateşli, demirli şişlerle bütün vücutlarına vururlar. O azaba dayanamayarak akıllarını yitirirler
Bir Cehennem Tasviri Daha
Pratapana (sekiz cehennemden yedincisi) adlı bir cehennem daha vardır ki, orada iki büyük kazan var, birisi (Nat), İkincisi ((Upanat) adlıdır, (Nat) adlı kazan elli ege genişliğinde, (Upanat) denilen kazanın eni ise elli bir eğedir. O da yine küllü su ile dolu bir halde kaynar. Bunun üzerine cehennem, (Rakşas)ları zavallı cehennemlikleri tutup o kazanlara baş aşağı atarlar. Bunlar yürek yarılacak derecede azap çekerler. Onların hayatları tükenmez. Herhangileri o kazanlardan dışarı çıksalar ateşli, yalınlı sivri uçlu Trizul (üç dişli) ucuna oturtup aşağıya sokarla.
0 notes
enguzeltarih-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde; Güneş, Ay Ve Yıldızlar
Yaradılış bahsinde geçen bir Sümer efsanesine göre;  Ap – Su ile Hamat’tan gökler ve yerler meydana geldikten sonra, gök tanrısı Anu, hava tanrısı Enlil ve deniz tanrısı Ea (Enki) yaradılmış bunlar da güneşi, ayı ve yıldızları yaratmıştır.
Güneş; kozmik âlemin yaradılışından önce var olmasaydı, Altaylı’ların Kara Han’ı dahi bu gökleri yaratırken onun ışığı, onun sıcaklığından faydalanmasaydı eli koynunda kalırdı.
Bunun içindir ki güneş efsanelerin dahi varamiyaca ğı kadar derinliklerden her şeye ışığım tutmakta, taşıdığı hayır ve şer vasıflan etrafındaki köklü inanışlarla, bu inanışların yarattığı geleneklerle tanrılar üstü bir tanrı olarak yer almış bulunmaktadır.
Onda bütün tanrısal kudretler toplandığı gibi, bir takım ruhlar da toplanmış bulunmaktadır. Türkler büyük vasıflarla tanrılaştırdığı güneşi çeşitli adlarla anarlardı:
Sümer’ler; Dingir, Utu, Ra, Babbar, Nin – Uraş, Meşarru adını vermiş, Araplar da Sümer’lerden alarak Şamaş demişlerdir. Hitit’lerin Ardıs, Elâmlı’ların Nan – Hunte dedikleri büyük tanrı da güneş’tir. Hom adındaki tanrı ise güneşin vasıflarından birini taşıyordu. Yukarıda adı geçen Nin – Uraş, tann Enlil’in oğlu iken, büyütülmüş ve güneş tanrı olmuştur ki, ilk baharın ılık havasını da bu tanrı temsil ederdi.
Güneş; Altaylı’larca Günine adıyla hayat veren bir tanrıça dahi tanınmıştır.Türk hakanları bile güneşin oğulları idi. Kendilerine kuvvet kaynağı olan güneş babaları idi. Mete’nin oğlu için de: (Yer ve gökten doğurmuş, Güneşle ay tarafından memur edilmiş Hün’larm büyük hakanı…) denilmektedir.
Geauli sülâlesinin kurucusu olan Çicumın, düşmanlarından kaçarken bir ırmağın kenarına gelmiş, geçemeyince ırmağa: (Ben güneş’in oğluyum) demiş, bütün balıklar, kurbağalar ona köprü olmuştu.
Hak ve adâlet yollarım da güneş tanrı gösterirdi. Ur kıralı Urengur’a hak ve adâleti o tamtmış, Hamurabi’ye de ünlü kanunlarını O bildirmişti.
Yâkut’lara da kahramanlarının adlarım o gönderirdi. Moğol’lar ona tapar, Sümer’ler onun ilk doğduğu zamanlarda ibâdetlerini yaparlardı. Şaman’lar ise çok büyük tanıdığı bu kudreti törenlerinde heyecanla anarlar, manyak adındaki elbiselerine, davullarına güneşi kudretlerin senbolü olarak resmederlerdi.
Hun’lar da geceleri aya, sabahları güneşe döner, secde ederdi.
Türklerden çokları evlerinin, çadırlarının kapılarını güneşin doğduğu tarafa yaparlardı.
Güneş ad olarak ta kullanılırdı. Oğuz’un oğlu (Gün Han) güneşten başka bir şey değildi. Ay Toyun’un kızı Güneş’e, Ulu To-yun’un aşık olduğuna dâir de bir efsâne vardır.
Güneş Hitit’lerde de büyük kudretleri taşıyan bir tanrı ve bütün tanrıların hâkimi idi. O her sabah denizden yükselir, Üç Çift gözü vardır, Canlı, cansız her şeyi görür, İşleri düzenler, bütün varlığı icabına göre idâre eder. Sabahleyin doğarak gökler âleminde, yeryüzünde hâkim olduğu gibi, akşam vakti de ufuktan indikten sonra, yer altı âleminde hüküm ve irâdesini yürütürdü. Yine Hitit’lerce Arinna adı ile anılan Güneş Tanrıçası da devletin kurucusu idi.
Yaradılışı güneş gibi, uzak ve yakın doğu Türklerince efsâ-neleştirilen ay; şahıslandırılmış, güneş ve yıldızlar gibi o da tanrılaştırılarak gökteki sarayına oturtulmuştu.
Türk’lerin ay tanrısı ve tanrıçaları hep merhametli ve sevimlidirler.
Sümer’ler; En – Zu yahut Nan – Nar adını verdikleri ay tanrıyı çok severlerdi. Altaylı’larm da (Ayata) sına karşılıktır. Arap’lar, Türklerin ay tanrısına Sin, Keldanlı’lar Zin, Hitit’ler Kaşku, Selârdis derler.
Öksüz kız hikâyesinde de; ay çalılıkta yürüyen zavallı bir kıza acıyarak, çalıya; (o kızı al, gel!) diye emir vermiş, çalı da hemen bu öksüz kızı alarak göğe, ayın sarayına çıkarmıştır. Ay bu kızı sevdi. Gökte şekilden şekile, halden hâle girişi de, bu sevgiden ileri gelmektedir.
Müneccimlik (yıldızlara bakarak geleceği anlamak) âleminde de aym önemli rolü vardır. Üzerinde bazen uğurlu, bazen de uğursuz yorumlar yapılır.(1) Ayla ilgili ve yalancı ay denilen bir (Mah-ı Nahşep) efsânesi vardır:
Türkistanda Nahşep şehrinin yakınında, Siyam dağının eteğinde İrandan gelen ibn-i Nukanna’ adındaki bir hilgin bir kuyu yapmış, bu kuyunun içinde hiyle ile bir ay tertiplemiş, bu ay altmış gün her gece kuyudan doğar, etrafındaki dört saatlik mesâfeyi ışıklandırmış.
Şamanist’ler göre:
Kötü ruhlar güneş ve ay ile mücâdele ederler. Çünkü güneşle ay iyilik yaparlar. Dünyaya, insanlara ışık, bereket ve hayat verirler. Kötü ruhlarla mücâdele de bu yüzden olurdu. Kötü ruhlar bu mücâdelede üstün geldikleri zaman güneşle ayı tuturak karanlıklar âlemine atarlar. îşte o zaman güneş ve ay görünmez. Ay tutuldu, güneş tutuldu da bunun için denirdi. Çünkü kötü ruhlar güneşle ayı hapsetmek için tutarlardı. Bu sebepledir ki Şamanıst’ler kötü ruhları korkutmak ve kaçırarak güneşle ayı kurtarmak için gürültü yaparlar, bağırırlar.
Bundan kalma “olarak şimdi de köylerde, hatta bazı şehirlerde ay tutulduğu zaman tenekelere vururlar, bağırırlar, tüfek atarlar.
0 notes
enguzeltarih-blog · 8 years
Text
Viyana Kuşatmasından İki Günden Yansıyanlar
Wildungsmauer’de Konaklama
Sadrazam seher vakti yola çıktı. Üç saat sonra kahvaltı molası verdi. Sonra da otağına girdi. Orada kendisine Hamburg palankasında ele geçirilmiş bulunan on tutsakla iki yüz kelle getirdiler. Getirenlere hilat giydirildi ve bahşiş verildi.
Öğle namazından sonra Sadrazam adı geçen palankaya doğru bir at gezintisi yaparak burasını gözden geçirdi. İkindi üzeri otağına döndükten sonra da piyan kuruldu.
Bugünkü yürüyüş sırasında sağ ve sol yakalarda yirmi kadar yakılıp yıkılmış palanka gördük. Bunların görünürde temel duvarlarından başka hiç bir şeyleri kalmamıştı.
Akşama doğru Tatar Hanının gönderdiği Yalı Ağası ile İslâm Mirza, Viyana önlerinde ele geçirilmiş dört tutsakla birlikte geldiler. Tutsakların birisi alıkonuldu, öteki üçü Tatarlara bırakıldı. Getirenlere iki hilat giydirildi, ötekilere de bahşiş verildi.
Her şeye gücü yeten Allaha şükürler olsun, zaferin her gün yeni bir belirtisini gösteriyor. Din düşmanlarının yenilgisi ve yok edilmesi gün ışığı gibi açık seçik bir gerçek olarak belli oluyor.
Schwechat’da Konaklama
Güneş doğduktan yarım saat sonra Sadrazamın çıktı. Az sonra da kendileri hareket’ buyurdular. Beş saat yürüyüşten sonra konak yerine vardılar. Geldikten sonra daha yarım saat bile dinlenmeden, ağırlığı olmayan on bin atlıyla birlikte Viyana kalesini (6) bizzat gözden geçirmek ve metrislerin kazılacağı yerleri kararlaştırmak üzere yola çıktı. Şehrin önlerine gelindiğinde, bir kısım gözüpek İslâm askeri varoşa doğru hücuma geçti. Sekiz yüz gâvuru tepeleyip bir o kadarını da tutsak aldılar. Mallarıyla erzakları kaşla göz arasında yağma edildi. Sadrazamın huzuruna yüz elli kelleyle elli tutsak getirildi. O da Müslüman gazileri büyük bir cömertlikle mükâfatlandırdı.
Daha sonra Sadrazam, cennetmekân Sultan Süleyman’ın 936 Hicrî yılında Viyana’yı kuşatmak üzere buraya geldiği zaman büyük otağını kurdurmuş olduğu yeri gözden geçirdi. Bu yeri’ Hristiyanların Kıralı çok yüksek bir duvarla çevirmiş ve içine set set şahane bir bahçe yaptırmıştı. O zamanki Alman Kayzeri batıl inançlı Ferdinand, hatıra olsun diye tam otağı hümayunun kurulduğu yere çok güzel bir şato,  harikulade bir saray yaptırmış; çatısına Kurşun yerine altın kaplama bakırla kaplattırmıştı. Üstüne güneş ışığı vurduğunda parıltısı insanın gözünü kamaştırıyordu.
Ferdinand’dan sonra gelen krallar da buraya çeşit çeşit yüksek köşkler kurdurmuşlar. Sarayın içindeki sütunlar ile duvar kaplamaları renkli somaki taşından ya da beyaz mermerdendi. Sarayın önündeki bahçe çeşit çeşit çiçeklerle donanmıştı. Bu bahçede elma, armut ağaçları olduğu gibi, incirler, portakallar, hurma ağaçları da vardı. Fıçıların içinde ve saksılarda yetiştirilmiş bitkiler, limonlar, nadide meyva ağaçları, başka çeşit ağaçlar, selviler, palmiye koruları her yanı kaplıyor, yeşil yapraklarıyla duvarlar meydana getiriyorlardı. Bu yapraktan duvarlar iki mızrak boyuna kadar yükseliyordu.
Öyle ki, insan ne dışardan içeri sini, ne de içerden dışarısını göremiyordu. Burada eşine ender rastlanır bir ağaç yetiştirme yöntemi kullanılmıştı. Bu yöntemi o kadar güzel uygulamışlardı ki, sonunda ağaçları birer duvar haline getirmeyi başarmışlardı. Ağaçların hepsi istenilen boyut ve istenilen büyüklükteydi. Yanlarında ve tepelerinde öteki ağaçların üzerine bulunan tek bir yaprakçık bile yoktu. Bahçede ayrıca çeşitliliği sürüye vahşi hayvan da yaşamaktaydı. Karacalar, geyikler ve başka yırtıcı hayvanlarla kuşlar vardı. Bütün bu şeyleri yapmaları zordu. Sadrazam biraz dinlenmek için o yere gitti. Dilediği gibi gözden geçirip inceledikten sonra -. ikindi namazından önce yola çıktı ve ordunun konakladığı yere gitti.
Konak yerine varmak için bugün yapılan yürüyüş sırasında yolun sağında solunda kül yığını haline gelmiş on kadar köy ve palanka gördük. Daha ötede yol ırmağın sağ kıy��sında bulunan küçük bir şehrin önünden geçmekteydi. Burasının gâvurların odun olduğu anlaşılıyordu. Sayılamayacak kadar çok yakacak odunu, kereste ve tahta bulunduğu gibi, bir hayli de değirmen taşı ve has ekmek unu vardı. Hepsi yakıldı. Aynı yol üzerindeki ne ırmak kıyısında yüksek duvarlı bir bahçe bulunuyordu. Kayzer in dinlenmesi ve eğlenme gir b.en^ı4ni hiç kimse görmemiş
Allaha hamd ve şükürler olsun ki, kahraman Sadrazamın Cenabı Hakkın emirlerine uyması sayesinde şimdi böyle bir ülkeye el atılmış ye buraları İslâm askerinin atlarına koşu alanı olmuştur. Tarih bilenlere gün gibi belli ve böylelerine başka bir delil göstermek gereksizdir ki, yoktan vari denli belirtileri şimdiye kadar daha hiç bir Kumandana hülasandan açıkça görünmemiştir.
0 notes
enguzeltarih-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde İnsanın Yaradılışı
İnsanın yaradılışı üzerinde Türk boyları arasında çeşitli efsâneler vardır.
Bu efsanelerden bir kaçı:
1— Altaylı’lara  göre; önce yalnız Kara Han ile sular vardı. Bu büyük tanrı tek başına canı sıkıldığı için bir insan yarattı. Bu insanın kanatları vardı, suların üzerinde uçuyordu. İnsan buna kanaat etmedi, yükseklerde uçmak istedi. Kara Han onun maksadını anladığı için uçmak kudretini aldı. Kanatlan işe yaramadı, suya batmağa başladı. Bunun üzerine Kara Han’a yalvardı, o da acıdı, her hassayı yeniden ona verdi, ama uçmak kudretini vermedi. O halde bu insan için kara lâzımdı. Kara Han gene düşündü. Yıldızlardan bir avuç toprak suların üzerine serptirdi. Böylece karalar oldu.
Kara Han ada şeklinde türeyen bu ilk karaya dokuz dallı bir çam dikti, her birinin altında birer adam daha yarattı. Bu-dokuz adamdan dokuz ırk türedi. Bu insanlara iyi yolu göstermek için de (Yayık) ı yarattı.
2— Yine Altaylı’larla Yakut’larm bir inanışına göre; Kara Han’ın oğlu büyük tanrı Ülgen, insan vücutları yarattı, bunların canı yoktu. Can vermek için Kara Han’a bir kuzgun gönderdi. Kara Han, Ülgen’in yarattığı insan için istenilen canı verdi. Kuzgun da canı gagaları arasına sıkıştırarak geri döndü. Yol uzundu. Kuzgun acıktı. Uçarken yer yüzünde bir deve leşi gördü. Iştihası onu leşe doğru sürüklüyordu. Fakat kuzgun leşten uzaklaştı, yoluna devam etti. Biraz gittikten sonra gözüne yerde bir at leşi göründü. İştihası kabaran kuzgun kendini tuttu, leşin yanından geçti. Son kuvvetini vererek uçan kuzgun bu defa bir inek leşi gördü. Bu leş kuzgunu daha çok kendine çekti, kuzgun: (Ah ne güzel) dedi. Bunu derken gagalarını açınca can bir çam ormanının üzerine düşerek ağaçlara dağıldı. Bunun içindir ki çamlar kışın, yazın yapraklarını dökmez, canlı dururlar.
Kuzgun havada uçarken, gecenin yansında Erlik Han yeraltından çıktı. Yer yüzünde bir saray gördü, yavaş yavaş yaklaştı. Bu sarayda Ülgen’in insan cesetlerinin yattığını anlardı. Bu cesetleri Erlik’in fenalıklarından korumak için Ülgen bir köpeği bekçi koymuştu. O zaman köpekler insanlar gibi tüysüzdü. Erlik, köpeğe : (Beni bu saraya bırakırsan sana kürk veririm.
Daha üşümezsin. Hem sana öyle bir yemek veririm ki, bu yemeği yersen bir ay açlık duymazsın.) dedi.
Köpek bu sözlere kandı. Erlik’i saraya cesetlerin yanma bıraktı. Erlik, kendi canından üfledi: (Bunların hepsi benim gibi olacaktır) dedi. Cesetler canlandı. Bunlar erkek ve kadın idi.
İşte yeryüzünde insanlar böyle türedi. Yâkut’larm bir efsânesine göre de; îlk insan yarı &t, yarı insan şeklinde gökten inmiştir.
3 — Bir Al tay efsanesinde de; tuzlu suları temsil eden Tia-mat’ın ikinci kocası Kingo, insan yaratmak istedi. Buna kızan tanrılar Kingo’yu kestiler. Kanı ile insan hamuru yoğruldu.
Böylece insanlar meydana geldi.
4— Bir başka efsânede de; büyük tanrı yer yüzünde bir insan yarattı. Bu insan erkekti. Bir gün bu insan uyurken şeytan onun göğsüne dokundu. Bunun üzerine kaburgalarından bir kemik büyüyerek yere düştü.
Bundan da bir kadın meydana geldi. Ama yine Altaylı’Iara göre böylece yaradılan ilk insanlardan erkeğin adı Törüngey, kadının adı da Eje’dir
5— Budist Türklerin bir efsânesinde de; Tanrı güzel bir kız olan (Rin ta no d gar) i gökten yere indirdi. Kendisi ile beraber bulunacak bir erkek yer yüzünde henüz olmadığı halde çok çocuk doğurdu.
Bu da insanların ilk anası oldu.
6 — Bir Sümer efsanesinde de; tanrılar kendilerine hizmet edecek varlıkların olmasını düşündüler. Bu işle Ea’yı görevlendirdiler. Bunun üzerine Ea, çamurdan bir insan yaptı, ona can verdi. işte insan, hayâlini ulaştırabildiği kadar çeşitli efsanelerle kendini yarattıktan sonra dahi, cismini normâl ve rahat şekilde bırakmamış, gitgide başka yaratıkların uzuvlarından da katarak insanla karışık acayip yaratıklar ortaya getirmiştir.
Kara Han’ın yarattığı ilk insana kanat takıldığı, Dede Korkut hikâyelerinde geçen (Tepegöz) e tepesine yalnız bir göz, Cengiz’in ceddi olan Bataçihan’dan sıra ile yetişen evlâtları arasında Duma-Sohor’un alnı ortasına bir göz konulmuş, sudan çıkan ilk insan Oannes’in vücudu insan, başı ve sırtı balık olarak gösterildiği gibi, it başlı, sığır ayaklı, yarısı akrep insanlar türetilmiştir.  Büyük işler yapan bir takım insanlar hakkında; merak ve korku uyandırmak, yahut kudretli göstermek maksadiyle vücutları çok büyütülenler de olurdu: Saka Türk’leri kahramanlarından Alp-Er-Tonga, Semerkant kalesinde otururken ayaklarını Zerefşan deresinde yıkardı. Sümer kahramanı Gılgamış’ın da boyu on metre idi.
Yakın doğu milletlerinin mitolojilerinden gelen bir efsânede de Deccal çok iri ve uzun bir adamdır. Başı bulutlardan dışarı çıkar, derin denizler topuğuna kadar gelirdi. Yine yakın doğu mitolojisi ile gelen (Uc Bin Unk) da o kadar büyük idi ki, başı Deccal’ın başı gibi bulutlardan dışarı çıkar, balığı denizden alır, güneşe tutarak kızartır, yerdi. Nuh tufanı zamanında su onun ancak dizlerine kadar çıkabilmişti.
Bunları yalnız Türk Mitolojisinde değil, her milletin mitolojisinde bol bol görmek mümkündür. Şu var ki, sosyal bünyenin ana geleneklerine, derin inanışlarına bağlanmak zorunda bulunan insanlar, çizdikleri bu gibi çeşitli tabloların hududunu aşamazlar, Gördüklerinin dışına hayallerini kaydırmağa yaradılış kanunları izin vermezdi. Ancak kendinden ve gördüklerinden materyel almakla yetinebilirlerdi.
0 notes
enguzeltarih-blog · 8 years
Text
Viyana Kuşatmasından Bir Kare
Selanik Alaybeyi Rumeli kethüdalığına ve Sadrazamın vardacısı Selanik alay beyliğine tayin edilip her ikisine de orta dereceden hilat giydirildi.
Hersek Sancakbeyi Mustafa Paşa /erzak sağlamakla görevlendirilip Budun a gönderilmişti. Bugün erzakı orduyu hümayuna getirip kendisine Sadrazamın huzurunda hilat giydirildi.
Öğle zamanı Zağarcı kolundaki İslâm savaşçıları bir püskürme lağım patlattılar. Çok etkili oldu. Hersek Beylerbeyiyle birlikte Alman büyükelçisi de geldi. Zamanında Devlet-i Aliyye’ye gelmiş, sefer açılınca Esseg üzerinden Buduna getirilerek kaleye hapsedilmişti. Şimdi de Budun’dan ordu-yu hümayuna gelmiş bulunuyordu. İstanbul’da bulunduğu sırada yeniçeri ağasının evinde kendisine, Yanık kalesi teslim edilirse barış tazelenir ve dostluk şeraiti güçlendirilir, denilmişti.
O zaman bu kendini beğenmiş kerata, görülmemiş bir kibirle “Kaleler kılıçla alınır, boş lafla hiç bir kale ele geçirilmez!” diye yakışıksız karşılıklar vermişti. Bu defa Viyana’ya gelirken yol üzerinde çapulcu Tatarlarla gökte yıldız misali sayışız İslâm askeri tarafından kül yığını haline getirilmiş sağlı sollu kasabaları, köyleri, kale ve palankaları dehşetten açılmış gözleriyle seyredince duyduğu pişmanlıktan yüreği cehennem ateşinin aleviyle kavruldu.
Ağlamaktan gözleri kızardı. Istıraptan göğsüne çiviler saplandı. İçini çekip yakınarak “Eyvah!” diye bağırdı. “Yüz kere eyvah! Yanık gibi bir sürü kale verilseydi.
getirdiler. Ancak sipahi serdengeçtllorl da birlikte gelip tutsakların ellerinden zorla alındığım, sbyloynrtık şikâyette bulundular. O zaman civanmert Sadrazam lütuf ve İhsanını İkiye bölüp her İki tarafa da verdi Tutsaklardan yaralı olanı, sorgusu sırasında gâvurların büyük bir yokluk ve kıtlık sıkıntısı İçinde bulunduklarını söyledi. Bu yaralı tutsak cerraha, ötekisi cellada teslim edildi.
Bundan sonra Sadrazam metrislere gidip kendi gözüyle İncelemek üzere galerilere girdi. Hendek ve tabyaları İyice gözden geçirip orda duran gazilere bol bol altın dağıttı. Arkasından geriye dönüp kendi tabyasında kaldı.
Az önce sözünü ettiğimiz lağım patlatılmasından sonra Zağarcı kolu hendeklere girdiler. Gâvurlar bu hendeklerden kaçıp kendi tabya ve kale metrislerine çekildiler. Ancak metrislerdeki istihkâmlara top yerleştirip aralıksız ateş açtılar. Fakat gâziler, Allahın yardımıyla siperlerini sabaha kadar tahkim edip güçlendirdiler ve bütün gayretleriyle tabyaya karşı adım adım ilerlemeye koyuldular.
Öğle namazından sonra bir casus yakalanıp getirildi. İnkâr yoluna saptığından konuşturulması için Serçeşmeye teslim edildi. Getirilen başka bir tutsak ova halkındandı ve kayda değer hiç bir şey bilmiyordu. O da aynı şekilde Serçeşmeye teslim edildi.
Alman büyükelçisinin yanma dilediği yere kadar eşlik etmek üzere Divan Çavuşu verildi. Büyük Elçi ne mektup ne de sözlü bir haber götürmüyordu. Antısıyla felakete Uğramış Kayzerine anlatması gerekecek.
Batthyarayi’nin Sadrazam için yolladığı yüz araba arpa başka erzak geldi. Aynı anda Stuhlweisenburg sşncak beyinden bir ulak gelip mektup getirdi. Akşamüzeri Zağarcı kolunda^ bir püskürme lağım atılıp oldukça büyük bir alan temizledi. Ancak burda hendeklere girilmedi.
Güneş batımından sonra top, tüfek ve bombalarla zorlu bir savaşa tutuşuldu. Elhamdülillah, bizimkiler sabaha kadar tabyanın yanma dek ilerleyerek oraya bir lağım yerleştirdiler. Macar Kralının güvenilir adamı gelip, Kornom adasındaki bütün gâvurların kaledekiler hariç, kendisine boyun eğmiş olduğu müjdesini getirdi.
10 Ağustos Salı
Sabahleyin bizimkiler tabyanın dibine kadar ilerleyip bir lağım hazırlığına giriştiler. Türkçe metinde bu cümle birkaç kelimenin eksilmesiyle bozulmuş bir haldedir. Bu kelimelerin daha sonra yanlışlıkla atılmış olması da mümkündür. Kont Albrecht Caprara’nın bu önemli elçiliğinin macerası sekreteri Giovanni Benaglia tarafından bilgi yanı çok zengin bir raporda anlatılmaktadır. Çağdaş Osmanlı kaynaklarında büyük Schüttinsel hep bu şekilde ifade edilmektedir.
Adadaki ordugâhlarından gelerek develeri götürmek istemiş olan gâvurlardan iki tanesi yakalanıp Sad-razamın huzuruna getirildi. Sorguya çekildikten sonra Serçeşmeye teslim edildiler.
Sadrazam sabahleyin Zağarcı kolundaki metrislere gitti. Galeri ve lağım açmak hizmetinde gösterdikleri gayretten ötürü yeniçeri ve sipahi serdengeçti ağalarıyla serdengeçtilere hayli altın dağıttı. Bir süre Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa’nın tabyasında kaldıktan sonra kendi tabyasına döndü.
Hüseyin Paşa cephane ve savaş gereçlerinin bol olmadığından ve hatta günlük ihtiyacı bile karşılamadığından yakınması üzerine Sadrazam uzağı gören bilgeliğiyle şöyle bir karara vardı: “Cebeci Başı Fazlı Ağa yaralanarak hizmet göremez olduğundan devlet malının yönetimi söz konusudur ve o halde bu görevden bir an önce alınması gerekir. Böyle bir hizmetin görüleceği göreve de dürüst ve namuslu bir kimse getirilmelidir.’’ Sadrazamın böyle düşünmesi üzerine silahtar Ağası Abaza Siyavuş Ağa cebeci başlılığına tayin edildi. Kapıcılar Kethüdası Ali Ağa’ya silahtar Ağalığı teklif edildi. Kabul etmedi ve Sadrazamın iyilikseverliğini anlamayıp ayağına gelen kısmeti kaçırdı. Bunun üzerine Haznedar Haşan Ağa derhal Kapıcılar Kethüdalığına tayin edilip kendisine hilat giydirildi.
İkindi namazından sonra sol kolda Ahmed Paşa kolunda bir püskürme lağım patlatıldı, fakat gâvurlara büyük bir zarar vermedi. Yalnız domuz damını çökertti. Böylece de İslâm askerleri üzerinde çok yararlı bir etki yapmış oldu. Silahtar Ağalığı makamı Sadarazamın yakınlarından Dayı Ömer Ağaya verildi.
1 note · View note
enguzeltarih-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde Cennet ve Cehennem
Şamanlığın ilk devirlerindeki inanışlara göre, yeryüzü hayatı ile yeraltı hayatı arasında fark yoktur. Can vücuttan uçar, yeraltı âlemine gider, yeryüzü hayatı orada devam eder.
Sümer’lere göre; insanlar dünyada ettikleri iyiliklerin karşılığını ve hatalarının da cezalarını yine dünyada görürler. Her şeyin dünyada olduğu, sonsuz hayat ta insanlara verilmediği için, Sümer’ler ancak ömürlerinin uzun olması, rahat geçebilmesi için tanrılara dua ederler. Bununla beraber, insan ölünce ayrılan ruhunun, yeraltı âleminde ceza göreceğine veya rahat edeceğine dâir inançlar da aralarında yok değildi.
Sonraları her iki âlem, arasında ayrılıklar genişlemeğe, büyümeğe başladı. Yeryüzü âleminde kötülük edenlerin, yeraltında cezalarım çekecekleri inançları kuvvetlenmiş, bunun sonu I ^olarak kötüler için (Cehennem) ile, İyiler, yahut günahlarının cezalarını çekmiş olanlar için de (Cennet) diye İki ayrı âlem daha I türemiştir.
Bazı mitolojilerde; ahire t âleminde cennete ve cehenneme giden bir köprü, yahut her ikisi arasında bir geçit bulunur. Günahı I olmayanlar köprüden geçerek cennete, olanlar da köprüden düşerek cehenneme giderler. Mazdaist’lere  göre (cinvat) köprüsü böyledir.
Dante’nin (Divin komedi) sindeki (Îl Purgatorie) de cennetle  cehennem arasında bir geçittir.
Cennetler Ve Süt Gölü Cennetler
Altaylı’larla YAkut’lar’a göre Cennetler Göklerin üçüncü katında dır. Temiz eğlenceler, zevk ve safa namına ne varsa hepsi ‘oradadır. Günahsız, bahtiyar İnsanlar orada rahatlık içindedir. Melekler, periler ise Cennetleri süsleyen zarif varlıklardır. Budist Uygur’lara göre (Tuşita) adındaki Cennetlerde, dünyada ömrünü feragat la geçirmiş insanlar yer alacaktır.  Bununla beraber cennetler Türkleri cehennemler kadar meşgul etmemiştir. Cehennemlerdeki çeşitli azaplar üzerindeki daha çok durmuşlardır.
Süt Gölü
Bu göle (Ak göl) de derler. İnanlara ilk ruh ve ilk hayat da (Süt göl)  ünden alınan damla ile verilir. Yakut’larınTanrıçalarından (Ayzıt) bir çocuk doğacağı zaman tarla, çiçek ve yemiş perilerini alarak lohusanın  yanına gider. (Süt gölü) nden aldığı bir damla sütü çocuğun ağzına damlatır. Bu damla çocuğa verilen ruh olur.
Altaylı’larda bu görevi büyük tanrı Ülgen’in yakınlarından olan (Yayık) yapar. (Yayık) da çocuk doğacağı zaman Ülgen’in emriyle bu göle gider, bir damla alır. O da (Ayzıt) gibi çocuğun •ağzına damlatır.Yine Altaylilara  göre; günahı olan bir kimse, cehennemde yanarak azap gördükten, cezasını tamamladıktan sonra (Yayuci) tarafından alınır, üçüncü kat göğe götürülür. Dünyadaki güzel göller, fâni insanlara nasıl zevk ve eğlence yerleri oluyorsa, cezasını tamamlıyan suçlu, bundan sonra akrabaları ile birlikte (Süt gölü) nde altın sandallarla gezerler, bu gölün kenarındaki sedef kumsallarda oynar ve eğlenirler.
Bazı hayvanlar da dünya üzerine (Süt gülü) nden gelmiştir: Altaylı’lara göre (Pura) adı verilen üç boynuzlu keçiler de (Süt gölü) nden çıkar. Bir inanışa göre de bu (Süt gölü) Kaf dağının altındadır:
Hızır, ölüme çare ararken, yolu buraya düştü. Bu dağdaki (Süt gölü) nde havada uçmak için kanatlı, suda yüzmek için kürekli atların bulunduğunu gördü. Uçan atlardan tutmak istedi, ama tutamadı. O zaman bu göle şarap döktü, içen atlar sarhoş oldu. Hızır bunlardan bir çiftini tuttu. Uçmasınlar diye kanatlarını kırdı. Bunları çiftleştirdi ve cins atlar bunlardan türedi.
Cehennemler
Günahsız insanlar cennetlere gideceği gibi, günahı olanlarda yeraltındaki cehennemlerin azap kuyularında kalarak kaynayan katran kazanlarında yanacak, cezalarını çekeceklerdir. Sümerli’lere göre de yeraltında cehennem tanrıları ve tanrıçaları vardır. Nergal ile karısı Ereşkigal bunların başta gelenlerindendir. Dünyada suç işleyenlerin ceza sürelerini ve şekillerini, hangi  cehennemde ne kadar yanacaklarını kararlaştıran bir de hâkimler heyeti vardır ki bu heyeti; Sabıray, Arah, Toyer, Malahay ve Tarha teşkil eder.
Şamanist Altay Türklerinin inançlarına göre en büyük cehennem (Mangistocirius) adındadır. Bu cehennemi (Matman Kara) adında bir ruh idare eder. Bir başka cehennem daha vardır ki bunun da adı (Tünken Kara Tamu) dur. Bunu da (Matman Karaca) idare eder. Bir de; (Tepten Karateş) adında bir cehennem vardır ki bunu da (Kerey Han) idare ederdi.
Yine Şamanist’lere göre dünyada kötülük yapmış insanların azap çekmek üzere atılacakları cehenneme ve orada kaynıyan katran kazanlarına (Kazırgan) denir.
Budist Uygur’ların (Aviçi) adını verdikleri cehennem de böyledir. Altaylı’ların kötülük tanrısı Erlik Han ise, doğan bir çocuğun günahlarını yazdırmak için bir körmös gönderir. Büyük tann Ülgen de buna karşılık Yayucı’yı gönderir. O, çocuğun sağında, Körmös te solundadır. Bunlar çocuk büyüyüp te ölünceye kadar yamndan ayrılmaz. Ölünce Körmös onun ruhunu kapar, yerin altına götürerek (Kazırgan) a atar. (Kazırgan) daki kazanlarda katranlarla birlikte kaynar. Körmös, Erlik Han’ın huzuzurunda, götürdüğü ruhun günahlarını ispat ederse o ruh kazanlarda kalır. Yayuçi da beraber oraya gelmiştir. O da bu ruhun sevaplarını sayar. Eğer sevap günahtan çoksa ruh oradan kurtulur. Günahı fazla ise derecesine göre yanar. Sonra yukarı doğru ru çıkmaya başlar. O ruhun üçüncü kat gökte bulunan akrabası şefaat ederek Yayuçi’yi sıkıştırırlar. Yayuçi ruhun günahı kadar yanmasını bekler. Çünkü ruhun başı katran kazanındadır. Günahı kadar yanınca başı dışarı çıkar. O vakit Yayuçi ruhun tepesindeki saçtan tutup onu kazandan çıkarır ve ruhu üçüncü kat göke götürür. Oradaki akrabaları ile buluşturur. Süt gölünde hoş vakit geçirir.
0 notes
enguzeltarih-blog · 8 years
Text
Viyana Kuşatmasında Savaş Vakti
Seher vakti melun gâvurun iki yüz bin kişilik ordusunun Tuna kıyısındaki dağdan gelip, Kara Mehmed Paşa’nın bulunduğu taraftan kavga ve döğüşe tutuşmuş olduğu haberi geldi. Bunun üzerine Sadrazam, Kethüda Bey, bütün maiyet halkı, Şeyh Van’ı Mehmed Efendi, sipahi ve silahtarlarla geri kalan herkes atlara bindi. Sancak-ı Şerifi açtılar. Hep birlikte hareket edip anılan yere gittiler. Gâvurların top menziline yakın bir yerde Sadrazam için gölgelik kuruldu, kendileri bunun altına geçtiler.
Sağ kanatta Vezir Kara Mehmed Paşa, Deli Bekir Paşa, Serasker Koca Arnavut İbrahim Paşa, Binamaz Halil Paşa ve öteki beylerbeyleriyle sancak beyleri; Tuna’ya doğru ötelerde ada tarafında Eflak ve Buğdan beyleri askerleriyle yer almıştı. Sol kanatta Şam Beylerbeyi Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa, Tatar Hanı ve birçok beylerbeyleri ile sancakbeyleri bulunuyordu. Ortada Sadrazam sağlı sollu silahtar ve sipahilerle durmaktaydı. Sadrazamın önünde ise yeniçeri ağasıyla kul kethüdası hayli kalabalık yeniçerileriyle yer almıştı. Çeşitli yerlere de Sahi topları getirilip konulmuştu.
Gâvurlar dağdaki palankaya varmışlar, koyu mavi gökyüzünün önünde yamaçları fırtına bulutları gibi sarmışlardı. Bir kanattan Tuna kıyısındaki Eflak Buğdan askerine karşı dayanıp, öteki kanattan en uzaktaki Tatar birliklerine uzanmışlardı. Dağ ve ovayı kaplayıp yarımay biçiminde savaş düzeni aldılar. Sanki kara katrandan bir sel gibi dalgalanarak dağdan aşağıya aktılar. Bu sel karşısına çıkan her şeyi çiğneyip yakıyordu. Böylece İslâm askerini iki yandan kuşatmak gibi boş bir amaçla saldırıya geçtiler.
Yarım saat kadar sonra Sadrazam kethüdası, yanında serçeşme, bazı ağalar ve maiyet halkının bir kısmı olduğu halde ilerleyip ön safta yer aldı.
İslâm tarafında bazı öncü birlikler dağ üstünde ayrı ayrı noktalarda silahlı çatışmalara başlamışlardı. Bu kavgalar kızışınca Sadrazam kethüdası yanındaki maiyet birlikleri ve atlı yaya sekbanlarla düşman üstüne yürüyüp savaşa tutuştu. Gâvurdan birçok kelle, tutsak ve bayrak ele geçirdi. Arkasından gâvurlar hücuma kalkıp bizimkileri yerlerinden geri püskürttüler. Bunun üzerine bizimkiler karşı hücuma geçip gâvurları tepeye doğru sürdüler. Sonunda gâvurlar yaya askerlerini kirpi engelleriyle birlikte ön safa, süvarilerini arkaya geçirdiler. Sonra da azmış domuzlar gibi tepeden aşağıya saldırıp bizimkileri yıkık köye f54} kadar çekilmek zorunda bıraktılar.
Savaş burada da bir süre ileri geri dalgalandı. Sonra kalabalık kitleler halinde saldıran melunlar sağdan soldan saflarımızı bozup İslâm askeri üzerine bu sefer her yandan yüklendiler. Şah i toplarını da savaşa sokup İslâm ordusu üzerine mermi yağmuru yağdırdılar. Tuna kıyısında Vezir Koca Arnavut İbrahim Paşa komutasındaki birlikleri bozup vadiye girdiler ve ordu-yu hümayunun ordugâhı önüne geldiler. Sol kanatta Şam Beylerbeyi Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa direnmekteydi. Şam askeriyle birlikte zorlu bir kavgaya girmişti. Tatar Hanı ise, hiç bir şekilde onun yardımına koşmadı. Sadece kısa bir süre önce Kırım’dan gelerek Orduyu Hümayuna katılmış bulunan Hacı Giray Sultan bir aralık gelip savaşa karıştı.
Sadrazamın çevresindeki askerler, düşmanın her iki yandan saldırıp ilerlediğini ve İslâm ordusunun bozulmaya yüz tuttuğunu görünce güçleri azalıp kavga ve döğüş hevesini yitirdiler. Sonunda da her zaman bir bozguna sebep olan şaşkınlık halleri göstermeye başladılar.
Polonya Kıralı askerleriyle doğruca Sancak-ı Şerif üzerine saldırıya geçtiğinden, Sadrazam atına bindi. Sağlı sollu maiyet halkını, Şeyh Vani Efendiyi ve silahtarlarla sipahileri savaşa hazır duruma getirdi. Her iki kanattaki paşalar bozulmaya başlarken, ordunun kalbinde Sadrazam çevresindeki askerlerle birlikte sarsılmamış bir halde dimdik ayakta duruyordu. Fakat gâvurların saldırıları gittikçe arttı. Şiddetinden hiç bir şey kaybetmeksizin beş altı saat sürdü. İslâm ordusu üzerine düşmanın top, tüfek mermileri yağmur gibi yağıyordu. O zaman Müslümanlar iş işten geçip bozgundan kurtulmak imkânı kalmadığını anladılar. Sadrazamın çevresindeki askerler bir yandan dövüşüp bir yandan kaçmaya koyuldu. Çoğu doğruca çadırlarına koşuyor ve sadece canıyla malını kurtarmayı^ düşünüyordu.
Sadrazam en yakın adamları ve Sancak-ı Şerifle birlikte dövüşerek otağına doğru çekildi. Bu sırada din düşmanları sağdan soldan ordugâhın içine girmiş bulunuyordu. Metrislerde kalmış olan askere, bulundukları yeri derhal boşaltmaları için buyruk gönderildi.
Düşman cellat çadırına varıp hazine çadırına bir bayrak dikince, Sadrazam yakın adamlarından birkaçıyla tekrar savaşa girip orda bulunan yığınla gâvura karşı çarpışmağa başladı. Elinde mızrağı gâvurların içine daldı. Maiyeti halkından bir kısmı, bu arada mektupçusu Hırvat Ali Efendi ile birçok ağa ve içoğlanı öldürüldü; Bir kısmı da yaralandı. Kendisinin kırmızı ceketli Arnavut muhafızları son nefere kadar kırıldılar.
Sadrazam gözü pek bir gayret ve çılgınca bir inatçılık içinde buradan uzaklaşmak istemiyordu. Bugünü görmektense ölmek yeğdir, diyerek ölümü savaş meydanında bulmak kararındaydı. Sipahi Ağası Osman Ağa, bunca din kardeşine acıdığı ve Sancak-ı Şerifi kurtarmak istediği için Sadrazama yalvarmaya başladı: “Efendimiz, kerem eyle! İş işten geçti! Fakat senin varlığın ordunun can damarıdır! Onu kurban ederseniz, bütün İslâm ordusu yok olur! Lütfet, çekip gidelim!”
Böyle söyleyip Sancak-ı Şerifi eline aldı ve Sadrazam sağ kalan maiyetiyle birlikte Yanık’a doğru çekilmeye yöneldi. Güneş batınımdan bir buçuk saat önce otağın arka kapısından çıkarak yola koyuldular. Orduda bulunan herkes sadece yükte hafif öteberisini yanına alıp, öteki mallarım olduğu gibi geride bıraktı. Böylece perişan ve yaslı bir halde, sadece kuru canlarım kurtararak ve kanlı gözyaşları dökerek çekip gittiler.
Gâvurlar ise, bütün çadırları, cephaneyi, savaş araçlarını ve büyük küçük üç yüz topun tamamını ele geçirdiler. Sadrazamın kendi hâzinesiyle diğer bütün malları çadırında kaldı. Sadece koyuna sokulabilen ve koltuğa sıkıştırılabilen ufak şeyler kurtarılabildi.
Her şeyin sahibi Allah’ın yüce arzusu ve İlâhî takdiriyle meydana gelen bu korkunç bozgundan herkes şaşkına dönmüştü. Yatsı vakti Sultan Süleyman’ın otağını kurmuş olduğu yerdeki saraya geldiklerinde yollarım da kaybettiler. Bir saat kadar burada şaşkınlık içinde, bir ileri bir geri at sürdüler. Sonunda Reis Efendi’nin adamları bir meşale yaktılar da, bu sayede yolu seçip Yanık’a doğru ilerlemek imkânını buldular.
Viyana’dan dört saat ötedeki ırmağı geçtikten sonra Sadrazam atının başını yolun sağ tarafına çevirip kenarda bir süre dinlendi. Sonra tekrar yola koyuldu. Gün doğarken sabah namazım tam zamanında kılmak üzere kısa bir mola verdi. Arkasından tekrar atlara binilip hareket edildi.
Ordunun geri kalan kısmı da, kimi önden kimi arkadan ama hepsi can kurtarma telaşı içinde Yanık’a bir an önce varmak amacıyla yollara dökülmüştü.
0 notes
enguzeltarih-blog · 8 years
Text
Viyana Kuşatmasında Temmuz’dan Ağustosa Geçiş
Sadrazam öğleden önce Vezir Ahmet Paşa kolunu ziyaret etti. Burada yarım saat kaldıktan sonra Yeniçeri Ağasının tabyasına gitti. Orda bulunduğu sırada Haznedar Ali Ağa da geldi. Sadrazamın yanında bir süre dinlendi. Birlikte serdengeçtilerin ileriye alınmış metrislerine giderek buradan kaleyi seyrettiler. Ancak Sadrazam haznedarla birlikte geri dönmedi. Kendisi için yeni kurulan tabyanın yapım çalışmalarını gözden geçirip eski savaş mahallinde kaldı. Sadece bir tek tabyaca ustası olduğundan Sadrazam dokuz kişiye küçük timarlar vererek onları tabyaca ustası tayin etti.
Metrisler her gün bir parça öne alındığından Yeniçeri Ağası için de yeni bir tabya yaptırıldı. Bu kola verilmiş bulunan beş Kolombrine topuyla yirmi beş Sahi topu ön hatlara çekilip ateşe hazır duruma getirildi.
İkindi namazından sonra sağ kanattaki Kara Mehmed Paşa kolunda bir lağım patlatıldı. Bir hayli gâvuru yok ettiyse de istenilen etkiyi pek yapamadı.
Güneş batmazdan az önce Tököly’den bir ulak geldi. Güneş batımından sonra gâvurlar, Kara Mehmed Paşa kolunda bir püskürme lağım patlattılar. Ama Allahın lütfu sayesinde kimseye bir zarar vermedi.
31 Temmuz Cumartesi
Bugün Haznedar Ali Ağa, Padişahın yanına dönmek üzere erkenden yola çıktı. Yanık’a kadar yanına Aydın Sancak Beyi Şeyhoğlu Ahmed Paşa ile Sadrazamın Delilerinden bir birlik verildi. Aynı zamanda Sadrazamın ağalarından Ömer Bey, Belgrad’a gönderildi. Yeğen Hüseyin Bey Te Telhisi İsmail Ağa’ya Haznedarın kafilesini mehterhaneyle uğurlamak görevi verildi. Sultan Süleyman otağının kurulduğu yerde yemek molası verildi. Telhisi İsmail Ağa ordugâha dönerken yola çıkan Ali Ağa’yla birlikte bir süre daha gidilip alayla uğurlandı.
Perşembe günü Tököly’den gelmiş bulunan Hırvat, bugün Tatar hanının oğlu Alp Giray komutasında on bin tatar askerinden meydana gelen bir takviye kuvvetinin Tököly’ye verildiği fermanını aldı; kendisine ayrıca iki adet hilat verildi.
Sipahi ve silahtar birliklerinden kendilerini, serilen geçti olarak yazdırmış bulunan bin askerin adı Sadrazamın huzurunda okundu ve künyeleri kütüğe geçirildi. Sipahiler altı bölüğe ayrıldı. Silahtarların adlarının okunması bugün yapılmayıp, ertesi güne ertelendi.
Akşam üzeri gâvurlar Kara Mehmed Paşa kolunda bir lağım patlattılar. Ancak Allahın inayetiyle, İslâm ordusuna hiç bir zarar vermedi. Aksine geri tepip bir hayli gâvuru cehennemin gayya kuyusuna gönderdi. Yeniçeri Ağası, Sadrazama bir ulakla haber gönderip metrislerde bir sancağın dahi zarar görmediğini bildirdi. Bu güzel haberden dolayı Sadrazam, ulağı çil çil altınla mükâfatlandırdı.
Yatsı namazı vakti Rumeli kolundan şarampollere karşı hücuma geçildi. Allahın yardımıyla hücum edenler ilerleyip şarampole bitişik hatta kadar olan kısmı ele geçirerek burada metrislendiler.
Geceleyin Tuna tarafındaki hristiyan ordusundan dokuz gâvur geldi. Sadrazamın huzurunda “Biz kendi arzumuzla kaçıp size hizmet etmek için geldik!” dediler. Merhamet sahibi Sadrazam lütûf ve kerem göstererek adamların Delibaşının emrine verilmesini buyurdular.
Yeni bataryalara yerleştirilmiş bulunan toplardan ikisine gâvurun güllesi değdi ve kundakları paramparça oldu.
Geceleyin şarampoller alınıncaya kadar bombalar ve taşlarla beş saat süreyle tasvir olunmaz bir savaş yapıldı.
1 Ağustos Pazar
Bugün Hanın oğlu Alp Giray Sultan rüzgâr gibi at koşturan on bin tatar ve Tökeli’nin maiyet adamlarıyla birlikte Pressburg’a gitmek üzere yola çıktı.
Râkoczy’den gelen ulaklar mektup getirdiler. Kendilerine Sadrazamın huzurunda hilat giydirildi. Öğleden sonra silahtar serdengeçtileri altı bölüğe ayrıldılar. Hepsi bin kişi kadardı. Sadrazamın huzurunda teker teker adları okundu. Düşman bugün çok şahane güllelerle atışa başladı. Öyle ki, rastladığı yeri süpürüyordu.
Yakalanan bir gâvur getirildi. Sadrazamın huzurunda sorguya çekildikten sonra öldürülmedi. Düşman ordusundan kaçtığı ve tavlacı askerler tarafından yakalandığı anlaşıldı.
0 notes
enguzeltarih-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Amaltheia, Amazonlar, Amymonb, Antiope ve Arakhne
Amaltheia
Bir öyküye göre Amaltheia, Zeus’u çocukken sütüyle beslemiş olan keçiydi. Bir başka öyküye göre ise keçinin değil de, keçinin sahibi olan nymphenin adıydı Amaltheia. Bir boynuzu yardı başında, boynuzun içinde her zaman yiyecek içecek bulunurdu. Roma mitologyasmda corfıu copiae denir nymphenin boynuzuna.
Bazı Romalı yazarlara bakılırsa, comu copiae, Akheloos adlı ırmak tanrısının boynuzuydu. Herakles’le yaptığı bir savaşta boğa biçimini almıştı Akheloos; yenilince de Herakles, onun boynuzunu koparıp almıştı.
Amazonlar
Aiskhylos, “Savaşçı Amazonlar, erkek düşmanları/’ der onlar için. Kafkas dağlarına yakın bir ülkede yaşayan Amazonların hepsi de kadındı. Ülkelerinin başkenti Themiskyra’ydı.
Amazonlar, zaman zaman başka toprakları ele geçirmeye kalkarlar, başka uluslarla savaşırlardı. Çeşitli sebeplerden Lyki’ya, Phrygia’ya, Attika’ya saldırmışlardı. Attika’da krallık yapan Theseus, kraliçelerini kaçırmıştı. Onu kurtarmak için yaptıkları savaşta yenildiler.
Troia savaşında da çarpışmıştı Amazonlar. Penthesileianın önderliğinde Yunanlılarla savaşmaları tliada’da anlatılmaz, ama Pausanias’a. bakılırsa Troia’yı koruyanlar arasında Amazonlar da varmış. Penthesileia o savaşta Akhilleus tarafından öldürülmüştü. Güzel Amazonu öldürdüğüne çok üzülmüştü Akhilleus, günlerce yas tutmuştu.
Amazonları şairlerden, yazarlardan çok ressamlarla yontucular anlatmıştır.
Amymonb
Amymonc, Danaid’lerden biriydi. Babası bir gün su almaya göndermişti onu. Bir satyr, Amymone’yi görür görmez beğendi güzel Danaid’in peşine düştü. Poseidon, çığlığını duydu kızcağızın, onu satyr’den kurtarıp kendine eş yaptı. Sonra üçlü çatalını yere vurarak bir pınar çıkardı topraktan; pınara Amymone’nin adını verdi.
Antiope
Thebai’lİ bir kral kızı olan Antiope, Zeus’tan Zethos ve Amphion adlarında İki çocuk doğurdu. Babasının öfkesinden kdrkarak doğar doğmaz ıssız bir dağa bıraktı çocukları. Zethos ile Amphion, bir çoban tarafından bulunup büyütüldüler. Thebai kıralı olan Lykos ile karısı Dirke, Antiope’ye öyle kötülükler etti ki, zavallı kadıncağız onların elinden kaçarak saklanmak istedi. Dolaşa dolaşa oğullarının bulunduğu kulübeye geldi. Nasıl olduysa oldu; çocuklar, annelerini tanıdılar, öç almak için Thebai’ye gidip Lykos’u öldürdüler; Dirke’yi de saçlarından bir boğaya bağlayıp parçalattılar.
Arakhne
Tanrılarla, tanrıçalarla boy ölçüşmeye kalkmanın insana nelere mal olacağını, Arakhe’nin öyküsü apaçık göstermektedir. Oİympos’ta nasıl demircilikte tek usta Hephaistos’sa, dokumacılıkta da Athena birinciydi. Tanrıça, bir gün Arakhne adlı bir köylü kızın dokumacılıkta eşsiz bir güce sahip olduğunu duydu. Hemen Lydia’ya indi Olympos’tan, Arakhe’nin, oturduğu kulübeye giderek onu bir yarışmaya çağırdı. Bu çağrıyı kabul etti Arakhne. İkisi de tezgâhlarını kurup mekiklerini çalıştırmaya başladılar. Altın, gümüş, gökkuşağı renkli kumaşlar dokundu. Yarışma sona erince Athena, Arakhne’nin dokuduğu kumaşın kendi dokumasından geri kalır yanı olmadığını gördü, öfkeyle bir mekik geçirdi eline, kızcağızı dövdü. Buna çok üzülen Arakhne gidip kendini astı. Aradan zaman geçince yaptığına pişman oldu Athena, büyülü bir su hazırlayarak kızın üstüne döktü. O anda bir Örümcek oluverdi Arakhne, dokumacılıkta ustalığını sürdürdü.
0 notes
enguzeltarih-blog · 8 years
Text
Kuşatmaya Devam Ederken Yaşanılanlar: Viyana Seferi
Akşam namazından sonra gâvurlar Rumeli kolundaki galeriye bir baskın düzenledi. Hatta, bir iki gâvur, galeriden içeriye bile girdi. Fakat gözü pek serdengeç-tilerle Rumeli yeniçerilerinin keskin kılıçları yırtıcı şahinler gibi gâvurların üstüne saldırıp mel’unları kılıçtan geçirdiler; hepsini geriye püskürtüp yirmi tanesini yere sererek bir o kadarını da savaş dışı olacak derecede yaraladılar. Bu hayırlı haberi getiren Muhzır A-ğaya hilat giydirildi. Bu arada dört kelle elde edilip Sadrazama getirildi. Getirenlerin her biri yirmişer altın babşiş aldı.
Bu kavgada, göğüs göğüse savaşanların arslanı Kul Kethüdası Çelebi İsmail Ağanın ve savaş meydanlarının etrafı çiğneyip geçen fili Rumeli Beylerbeyi Şeyhoğlu Ali Paşanın o gün gösterdikleri kahramanlık ve mertlik her türlü tasvir ve tasavvurun bin kat üstünde olmuştur. Gerçekten her ikisi de korku durak bilmez gözü pek kahramanlardı, düşmanla karşıtlaşması çok iyi biliyorlardı. Günümüzde benzerlerini bulmak imkânsızdır.
Ortalık ağarmazdan önce, mel’un gâvurlar, Zağarcı koluna karşı bir baskın düzenlediler. Fakat yiğit serdengeçtiler tarafından durdurulup geri püskürtüldüler. İçlerinden birçoğu tepelendi. İslâm askerleri gâvurların domuz damından kazma, kürek, boru ve davul ganimet aldılar. Bunlar Sadrazama getirildi. Getirenler, ummadıkları derecede bahşiş aldılar.
Konya alaybeyi tabyasında çok az asker bulundurduğundan Sadrazamın gözü önünde kendisine iki yüz sopa vuruldu.
Allahın yardımıyla tabyaya ulaşıldı ve bir lağım yerleştirme hazırlığına baştandı. Öğle namazından sonra sol kanatta Ahmed Paşa kolunda bir lağım patlatıldı. Allahın İnayetiyle gâvur lann domuz damını yıktı. Serdengeçtiier hücuma geçtiler ve yarım saat süreyle zorlu savaş oldu. Gâvurlardan bir kelle alındı ve Sadrazamın huzuruna getirildi. Getirenler, bahşiş aldılar.
Hepsi bin iki yüz doksan yedi kişi olan sipahi serdengeçtilerinin bir kısmı Sadrazamın huzurunda beratlarını aldılar.
12 Ağustos Perşembe Günü
Geceleyin İslâm ordusundan toplarla düşmana karşı öyle bir ateş açıldı ki yer gök inledi. Düşmanlar şaşkına dönmüş akıllarıyla ne yapacaklarını bir türlü bilemediler.
Tabyanın altına kazılan lağım bugün on arşın daha ileri götürüldü. Geri kalan sipahi serdengeçtiier i de beratlarını Sadrazamın huzurunda aldılar. Geceleyin azledilmiş olan cebecibaşı Fazlı Ağa’-nın oğlanlarından biri kaleye kaçmak isterken yakalandı. Sadrazamın huzuruna götürüldü. Adı ve neci olduğu soruldu. “Cebecibaşı Fazlı Ağa’nın hizmetkârıyım” diye karşılık verdi. Müslüman ya da gâvur olup olmadığı sorusunu da “Ben Efendime bağlıyım; efendim gâvur ise, ben de gâvurum” diye karşıladı. Sabahleyin mesele iyice soruşturulmak üzere kendisi tutuklandı.
İkindiden sonra tabyanın altına yerleştirilmiş bulunan her iki lağım patlatıldı. Ancak istenilen ölçüde etkili olamadılar. Fakat Allahın yardımıyla hücuma geçilip tabyanın içine ayak basıldı ve burda siperlere girildi. O zaman top ve tüfeklerle acı bir savaş başladı. Her ne kadar İslâm askerinden bir hayli yaralanan olduysa da, çok sayıda gâvur ölüm toprağına düşüp cehennemin alev uçurumlarına yuvarlandılar. Lağım patlamasından İslâm savaşçılarından da birkaçı şehit oldu. Ama düşman eliyle önemli hiç bir kayba uğramadılar. Sonunda iki gâvurun pis kellesi şimşek gibi çakan kılıçlarla koparılıp Sadrazama getirildi.
Bir topçu kuşatma toplarından biriyle düşmanın toplu bulunduğu yere nişan alıp tam isabet yaptı ve bu suretle rezillerden otuz kırk kadarını cehennem ateşinin içine yolladı. Öğleden sonra Sivas alay beyliği görevi eski alay beylerinden Seyyid Ahmed Ağa’ya verildi. Ondan önceki Alay beyi Abdüsselâm bu gece şehit düşmüştü.
Macar Kiralına takviye olarak bir Mirza komutasında tatar askeri gönderildi. Mirzaya orta derecede bir hilat giydirildi. Sol kanat serdengeçtilerinin ağası yaralandı ve üç dört saat içinde şehitlik rütbesine erişti. Görevi bir başkasına verildi.
0 notes
enguzeltarih-blog · 8 years
Text
Viyana Kuşatması Günlüğünün Arka Yüzü
Eğri Beylerbeyi Abaza Kör Hüseyin Paşa almış olduğu buyruk uyarınca, yanına verilmiş altı bin İslâm gazisiyle Yanık önünde orduyu hümayundan ayrılıp Orta Macar Kıralı Tököly İmre’ye gitmek üzere yola çıktı. Tuna’yı Gran köprüsünden geçip Ciğerde-len palankasına vardı. Burada üç gün dinlendi. Dördüncü gün yola çıkıp iki gün sonra Uyvar kalesi önüne vardı. Burada Tököly İmre’nin on bin Macar askeriyle Leva kalesi önünde olduğunu öğrenince, ertesi gün tekrar yola çıkıp 29 Temmuzda ikindi üzeri Leva kalesi önüne geldi. Tököly İmre ordusunun karşısında konakladı.
Ertesi gün savaş meclisi kuruldu ve Leva kalesi kumandanına bir elçi gönderilerek kalenin teslimi istendi. Kale silah zoruyla alınacak olursa, içindekilerin toptan kılıçtan geçirileceği bildirildi. Kale kumandanı ise şu haberi yolladı: “Viyana kalesi kimde ise biz ona bağlıyız. Teslim olmayı kabul ediyoruz, gelin kaleye asker koyun. Eğer Viyana fethedilirse, ne güzel. O zaman kale de bütün ülke de sizin olur. Allah mübarek etsin. Ancak bunun tersi olursa, o zaman da Kayzerimiz nasıl olsa sizin kaleye koyacağınız askeri yok eder.” Bu söz akla yakın görüldü ve tekrar yola devam edildi.
Aynı ayın 31 İnci günü asker Nitra kalesi önüne varıp orda konakladı. Nitra kumandanı da tıpkı Leva kumandanı gibi haber gönderdi. Böylece ordan da yola çıkıldı. Waag suyu üzerine köprü kurularak öte yaka ya geçildi ve Ağustosun 2sinde Sered kalesi önünde konaklandı.
Burası da öncekiler gibi cevap verdi Şimdiye kadar bütün kalelerin, palankaların, bölgede ki köy ve kasabaların halkı hep boyun eğmişti. Ancak Vİyana’ya bağlı olduklarını da bildirmişlerdi. Kalelerin, palankaların, köy ve kasabaların ileri gelenleri Komorn adasında Tököly İmre’ye elçilerini yollayıp bağlılıklarını belirttiler. “Bize mutlaka Türk muhafız kıtalar yollamalısın, ancak bu suretle kadınlarımızdan, çocuklarımızdan, mal ve erzakımızdan yana güven içinde oluruz” dediler. Fakat Hüseyin Paşa bunlara güvenmedi.
Burdan da kalkılıp Tırnova adlı büyük şehrin önüne varıldı ve hemen kıyısında konaklandı. Pressburg kalesine bağlı ne kadar köy varsa yakıldı. Fakat bu bölgenin köylüleri kaçıp Slovakya dağlarındaki sarp kalelere sığınınca, Tököly İmre yok edilmelerine razı olmadı. “Eğer Viyana kalesi müslümanlarm yenilmez avucuna düşerse, bu insanlar bizim uyruğumuza geçe’ çeklerdir. O zaman da bunlardan Padişah için yüklüce vergi almak mümkün olacaktır” dedi. Ama yine de bunlardan ele geçenleri kılıçtan kurtulamadılar.
Bu yerden de yola devam edilip 9 Ağustosta Pressburg kalesine dört saat uzaklıkta bir yerde konaklandı. Serasker Hüseyin Paşa, Abdullah Ağa’nın yanma serhat askerinden ve Tököly İmre Macarlarından bir miktar adam verip Pressburg kalesi kumandanına yolladı. Fakat Padişaha boyun eğme teklifine bu kumandan top, tüfek ve kılıçla karşılık verdi; üstelik askerini dışarı çıkarıp savaşa tutuştu. Cesur serhat askerleri bunlara göz açtırmayıp üzerlerine yüklendiler. Bir kısmını kırdılar. Geri kalanlar kaleye kaçıp oraya kapandılar.
Kalenin iki büyük varoşu ateşe verildi, evleri yağma edilip yıkıldı. Getirilen tutsaklar şunları söylediler: “Bir ordu kumandanı Viyana kalesinin karşısında bulunan Alman askerinden atlı yaya otuz bin kişilik tabur düzüp Pressburg kalesinin yakınlarına geldi ve orda konakladı. Kale kumandanı bu ordunun kumandanına ulak yollatıp şöyle şikâyet etti: Türk askeriyle Tököly İmre üzerimize geldi. Bizden kaleyi teslim etmemizi istiyorlar. Ne yapmamız gerekir? Şu anda Türklerin asıl ordusu Kayzerin başkenti Viyana kalesini kuşatmış bulunuyor. İçindekiler umutsuz ve çaresiz kalmışlardır.
Eğer Viyana silah zoruyla alınır ise, o zaman bizim de teslim olmamız mı gerekir? Gerekmezse imdadımıza yetişin. Ordunun kumandanı da şöyle karşılık verdi: Türk ve Macar askerinin gelip sizden kaleyi istediklerini işittik. Dayanın ve sakın kaleyi teslime kalkışmayın. Hemen imdadınıza koşacak durumdayız. İşte bu haber geldiği için size kaleyi vermedik.” Bunlar öğrenildikten sonra tutsaklar öldürüldü.
Hüseyin Paşa bu haberi alır almaz hemen hareket edip, Pressburg kalesinden iki saat uzaklıkta Tuna kıyısına geldi ve orda konakladı. Hemen arkasından da Tököly İmre’nin bir casusu gelip, gâvur ordusunun kalenin arkasına vardığını ve orda konakladığını bildirdi. Tököly’nin kendisi de Hüseyin Paşa’ya bir adam gönderip şöyle haber yolladı: “Gâvur güçlüdür, onlarla baş edemeyiz. Ben kendi askerime güvenemem.
Serasker Hüseyin Paşa ve Varat Beylerbeyi Moğrulzade Gürcü Mehmed Paşa ve alay beyleriyle serhat askerinin pirleri bir araya gelip şöyle karara vardılar: Bu şimdiye dek ne gâvur ordusuyla, ne de bir kaleyle savaşa tutuşmadık. Padişahımızın vekili, kaleyi ve gâvur ordusunu daha görmeden savaşmadan niçin geri döndünüz diye sorarsa, kendimizi haklı çıkaramayız, başımızdan korkarız. Zira böyle bir durumda bizim boynumuzu vurdurtur. Savaşmadan geri dönmemiz İmkânsızdır.”
Tököly imre tekrar haber yollattı: “Ben bu Hristiyan ordusuna karşı çıkamam, çünkü benim askerim onların din kardeşidir. Savaşa girişilirse o tarafa geçecekler, bize dönüp savaşacaklardır. Siz ise, sayıca çok azsınız. Hepimizi yere sererler. İşte düşman, işte siz! Onlara karşı koyabilirseniz, buyurun çıkın!”
Kırat böyle deyip askerini alarak geri çekilmeye başladı. Böyle bir davranış bu gâvurun Sadrazamın huzurunda söylediği lafların ve ettiği gevezeliklerin tam tersiydi. Bu şekilde ihanetine daha sonra çok daha acı biçimde pişman olacağını şimdiden göstermiş oluyordu.
1 note · View note
enguzeltarih-blog · 8 years
Text
Arion, Aristaios, Aurora ile Tithonos ve Biton ile Kleobis
Arion’un İsa’dan önce 700 yıllarında yaşamış bir şair olduğu da ileri sürülür. İster yaşamış, ister yaşamamış olsun, Arion’un ölümden kurtuluşu mitologyada eşine rastlanan öykülere benzer.
Arion bir musiki yarışmasına katılmak üzere Korinthos’dan Sicilya’ya gitmişti. Çalgı çalmadaki ustalığını gösterdi yarışmada ortaya konan ödülü kazandı. Korinthos’a dönerken gemideki denizciler onu öldürmek istediler. Onların bu tasarısı Arion’un düşüne girmişti. Olacakları tanrı Apollon kendisine bildirmiş, kurtulmak için bir yol göstermişti. Gemiciler kendisine saldırdıkları zaman, ölmeden önce çalgı çalıp bir şarkı söylemek isteğini kabul ettiler. Şarkısının sonunda denize atladı Arion, çalgının sesiyle oraya gelmiş olan yunus balıklarına binerek karaya çıktı.
Aristaios
Tanrı Apollon ile su nymphesi Kyrene’nin oğlu olan Aristaios arıcıydı. Bütün anları ölüverdi bir gün; Aristaios da, arılanm yeniden diriltmesi için annesine başvurdu. Annesi, “Deniz tanrılarından Proteus’a gidersin,” dedi, “akıllı biridir Proteus. Arılarına kavuşmanın yolunu öğretir sana. Ama daha önce onu yakalayıp sımsıkı bağlamaksın. Menelaos. Troia’dan dönerken tanrıyla boğuşup bağlamıştı onu. Yolda başına gelecekleri ondan öğrenmişti. Şunu unutma, Proteus’u bağlamak kolay değildir. Durmadan kılık değiştirir deniz tanrısı.”
Aristaios, annesinin sözünü dinliyerek Pharos adasına gitti. Orada sımsıkı yakaladı Proteus’u. Proteus durmadan kılık değiştirdi, ama sonunda yorulup kendini Aristaios’un ellerine bıraktı. Aristaios, “Arılarıma nasıl kavuşabilirim?” diye sordu.
Proteus. “Birkaç hayvan kurban et tanrılara,” dedi. “Hayvanların ölülerini dokuz gün kesildikleri yerde bırak. Dokuzuncu günün sonunda git bak, ne göreceksin.”
Aristaios, Proteus’un dediğini yaptı. Dokuzuncu günün sonunda, hayvanların kesildiği yere gitti. Binlerce arı buldu orada. Bu olaydan sonra arıları bir daha ölmedi.
Aurora ile Tithonos
Aurora ile Tithonos’un öykülerine tliada’da değinilir: Tartanlarla, ölümlüleri ışığa kavuşturmak için Gül parmaklı tanrıça, Şafak, kalkıyor Soylu Tithonoa’la yattığı yataktan.
Şafak tanrıçası Aurora. Tithonos’un karısı, Habeş kıralı Memnon’un da annesiydi. Oğlu Memnon, Troia savaşında öldürülmüştü. Tithonos’a gelince, zavallı adamcağızın başına olmadık şeyler gelmişti. Aurora, bir ölümlü olan kocasının ölümsüzlüğe kavuşturulmasını istemişti Zeus’tan. Tanrılar tanrısı onun bu dileğini yerine getirerek, kocasına ölümsüzlük vermişti. Ama Şafak tanrıçası, ölümsüzlükle birlikte gençlik de istemeyi unuttuğu için Tithonos günden güne kocamış, zayıflamış, halsiz düşmüştü. Buna dayanamayan adamcağız, öldürülmesini istedi tanrılardan. Ama ölümsüz olmuştu bir kere, artık ölemezdi. Durmadan yaşlanıp öylece yaşayacaktı.
Kocasına acıyan Aurora, bir odaya kapadı onu. Tithonos orada sabahtan akşama kadar kendi kendine konuşarak yaşardı gitti. Bazı yazarlara bakılırsa, Tithonos gittikçe küçülmüş. Aurora da onu cırcır böceği haline getirivermiştir.
Biton ile Kleobis
Biton ile Kleobis, Hera’nın rahibelerinden Kydippe’nin oğullarıydı. Bir gün Kydippe, ünlü yontucu yaşlı Polyklitos’-un yapıp Argos’a diktiği Hera heykelini görmek istedi. Çok uzaktaydı Argos, oraya gidilse ancak arabayla gidilebilirdi. Araba vardı; ama ne at ne de öküz bulabildiler. Biton ile Kleobis, annelerine, “Biz götürürüz seni,” diyerek kendilerini arabaya koştular.
O tozda, toprakta, o kavurucu sıcakta Argos’a kadar çektiler arabacı. Hera’nın heykelinin yanma vardıkları zaman ikisi de yorgunluktan bitmişti. Anneleri inip tanrıçanın heykeli önünde diz çöktü. “Hera” dedi, “ne olursun, oğullarıma en iyi armağanını bağışla.”
Kydippe’rtin yakarması biter bitmez Biton ile Kleobis yere yığılı verdiler. Gören uykuda sanırdı onları; gülümsüyorlardı. Eğilip baktılar: ikisi de ölmüştü.
1 note · View note