Tumgik
bilalayberk-blog · 1 year
Text
Eskitilmiş
Şimdi güneşten, söndüğü yerden Yeşeren gölgelerin esrikliğinden Dünlere düşen bir sen görüyorum Yokluğa kavuşmaya teşne insicam Karanlıkta kandırılmış o insan Artık sözü geçmez bir hayal buluyorum
Çerçevesine dargın pencereden Doğmadan küflenmiş bir biz atıyorum Olabileceklerin yıkıntısından Kirli sulara damlayan eski zaman Kalbinde yaşlı anlamlarla toprağa bakan Kör bir köpeğin rüyasında ölüyorum
Bugün artık yarının boynundaki halatı Telaşsız ellerimle, sessizce çekiyorum Terk edilmiş bir tanrının ayaklarından kaçan Taş basamaklar gibiyiz, sessiz çatırdayan Görkemli rengimize, gırtlağına yapışan Karanlık ve mücessem bir veda yontuyorum
0 notes
bilalayberk-blog · 4 years
Text
Serapa
Yosun, kılçık ve kuyruk 
Griye kadar yolu var 
Yüzeyden sıyrılan ağıt 
Göğün boğazında düğüm 
Ve safrasına bulaşık 
Ve her sabah uyanınca karanlık 
Evinin yolunu bulduğunca ayık 
Kusmuğunu bulunca öğürtü 
Zamana bir çentik daha 
Günaydınlık
0 notes
bilalayberk-blog · 6 years
Text
Işık ve R 6
Yükselen sesler. Dumansız, mor bir ateş. Söylentiler. Koyu hiddet, turuncu aydınlık ve yukarı aşağı salınan palmiyeler. Eller, omuzlar üstünde güneş parçası. Kumu yaran tabanlar, gürültüler. Dalgalarla gelene övgü. Suyun zülfünü kulak arkasına tarayan çocuk. Serinleşen gece, ağustos böcekleri ve günden beklentisi bitenler. Az rengin dinginliği. Bağrışanlara hükmeden tok bir nida. Sorgusuz itaatteki ulvilik ve çirkin boyun eğişler. Fırtına sezenlerin tedirginliği. Kalın ipleri kemirilmiş sandallar. Sönmeye niyeti olmayan alev. Yalpalayan biri. Belki bir genç. Hayal adalarının sakinlerinden beklenmeyecek bir hikmet. Kanadını yakan anka. Geceden siyah küller. Hallaç pamuğu gibi küller. İskele ve kapı önü fenerli, su üstünde kulübeler. Atlas ağaçları, günbitirenler. Sessizliği yırtmaya korkanlardaki ilkel modernlik. Nihayet, göğe serpilmiş aurora kuşağından okyanusun göğsünde eğleşen yakamozlara sıçramış Işık ve tantanaya mesafeli, kumların derininde, gündüzden kalma sıcağı emen R.
“Kafamdaki bu yaşam alanında, suyun karaya kavuştuğu hatta, bir boğulup bir temiz havaya kavuşan fikirler, imgeler ve duygular dizisi var. Bu sahil şeridinde, kıyıya vuran son dalgaların parmak uçlarının şefkatle örttüğü cilalanmış taşlar arasına anlaşılmasına ramak kalmış zorlayıcı edebi metinler, uçucu tasvirler yüzünden biçimini yitirmiş his kümeleri ve dipsiz gibi duran kadim anlatımlar yuvalanmış." gibi bir paragraf oluştururdu R'nin o an aklından geçenlerin sayfalardaki izdüşümü.
Işık R.'yi fark ettikten sonra kendini -çoğunlukla kıyıya uzak devasa dalgalardan- topladı ve R.'nin gözünün aşina olduğu görünüşlerinden birine büründü.
Söyle R, hangisi daha çok senin tercihinle oluyor: Curcunaya bu kadar yakın oluşun mu yoksa aynı zamanda bu hayhuyun az uzağında bir yerde konumlanman mı? Yalnız şu an hiç kavga edecek halde değilim seninle, Allah aşkına düzgün cevap ver.
O halde kapışmamamızın tek ve olmazsa olmaz şartı sağlanmış oluyor zaten Işık. Neyse, sanırım iğne ucu kadar insani ilişkilerle dahi patlayabilen yalnızlık baloncuklarıyla dolu bir haldeyim epeydir. Çeperi ince, içi boş yalnızlıklar yani. Demem o ki eski bir dostla üç beş lakırdı, bana fazlasıyla gerçek gelen koca bir 'sosyal hayattan kopma noktasına gelme hissi' nin trajikomik bir yanılgı olduğunu tekrar tekrar ispatlayabiliyor. Hele ki üç beş tane arkadaşla laflamak, gözümdeki beni kitleleri arkasından sürükleyecek karizmatik bir lidere dönüştürebiliyor. Ondan sonra iç sesimin konuşma bulutlarında 'ben istesem vear yeaaa...' lar at koşturuyor. Bilmem aldın mı cevabını."
Tam manasıyla aldım diyemem R. Tamam şunu anladım, sen de farkındasın, şöyle en samimisinden birkaç arkadaşın, akrabanın ilgisine bile rahatça kafa tutamayan bir yalnızlık şişirilmiş, balon bir yalnızlıktır. Pekiii, bir yandan kabuğuna çekilme peşinde görünüp diğer yandan insanlara yakın yerlerde bulunmayı tercih etmeni nasıl açıklıyorsun?
Aslında buna cevap verdim sayılır sayın Işık ama cümlelerim arasındaki anlam örgüsünü yakalayamamışsınız. Biz insanlar bazen bir şeyi zıttıyla beraber isteyebilen canlılarız. Kimi zaman zıtların çelişkisinden doğan birlik bizim için dalgalanan bir denge durumu grafiği oluşturur. Mesela ben sosyal hayattan uzak durma ihtiyacını yoğun bir şekilde hissettikçe daha bir kendime dönerim, ardından insan içine çıkma arzusu doğar içimde ve kâfi miktara ulaşınca kendimi birileriyle bir şeyler konuşur, gülüşürken bulurum. Bu iki arzum kendi etkileşimleri sonucu neredeyse sabit bir karar noktasına ulaştıklarında ise insanlara hem uzak hem yakın, ne uzak ne de yakın, yani işte bu sahil gibi yerlerde bulunurum. Şu okyanusun gelgitinden daha cüsselidir bendeki gelgit ve negatif geribildirim esasıyla çalışır. Çoğu zaman içimdeki ve dışımdaki âlemleri pek fazla huzursuz etmez bu çalkantılarım.
Gelgelelim huzursuzluğun gri ağacı taa ilk çağlarımda kök salmıştır, ne güneş ne mineral ne su ister neredeyse ve her mevsim keyfince meyve verir bir şekilde. Fani insanoğlunun dünya hayatı boyunca etkisinden asla tam anlamıyla kurtulamadığı baki bir lanettir bu Işık.
İşin nasılını anlattın ama altında yatan nedenlerden söz edemedin R. Görüyorum ki bu sendeki bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor. Bu, izahı siz ölümlülere yapılmamış meselelerden biri belli ki. Ayrıca, sen zaten...
Ayın tutulacağı varmış Işık, şu sataşmanı ağzının kenarından sil ve yut, bir sonraki görüşmemize kadar da kursağından ayırma. Hadi uğurlar olsun.
Sen buraya bunu izlemeye gelmişsin belli ki R. Ya da sırf benim kaybolu��umu görmeye, değil mi?
Ay tutulurken aklın da tutuluyor. Varlığınla mantığının arasına suizanların giriyor. Tam akıl tutulması!
Beşinci günün şafağında doğuya bak R.!
Anor alevi de kullanır mısın sen, ha-ha?
Tabii ku... !
0 notes
bilalayberk-blog · 6 years
Text
Işık ve R 5
Kıyısına köşesine belediye eli lutfen de olsa değmiş bir kenar mahallede, Işık ölü taklidi yaptığını korkacak bir şeyi olmayanların rahatlığıyla gizlemez ve gece de zifiri damardan almaya devam ederken azaydınlananboşparkla oturuyoruz. Gündüzün tantanasını anlatıyor, efkâr biriktirmiş. Varoluşsal yalnızlığını dillendiriyor biraz. Rahatsız edici bir sakinliği var. Emekli öğretmen donukluğu hâkim serzenişteyken bile haline: "Çocuklara soytarı oluyoruz." diyor. "Ağrıma gidiyor R" diyor. "Yani neden şu küçük çocukları mutlu etmek zorundayız? Hayat insan ayırt etmeden karşı konulamaz bir güçle kendisini sek içirten alkol oranı yüksek bir içki değil de nedir? Onları yaz günü suya alıştıra alıştıra sokma yanlışındayız. Oysa kıllarına yapışan gam sakızları vakti gelince birer birer, tek hamlede çekilecek. Yamama, kamufle etme, şirinleştirme, pembeye boyama, gülen güneşler, toz boyalar, didaktik hayvanlar... Çocuklar âlemine yapılan bu palyaço makyajı ilerde ergen gözyaşlarıyla bozulmak zorunda mıdır? Veletlerin ana kucağından kozmosun Osmanlı tokadının sıcağına doğru olan travmatik geçişlerinin etkisini azaltamaz mıyız biraz olsun? Bu onlara yapabileceğimiz iyiliklerin en iyilerinden olmaz mı?"
"İzin ver ben cevaplayayım R!" diyerek dibimizde beliriyor Işık, göz kapaklarımızın arkasına bile sızıyor rahatsız ediciliği. "Ya da boş verelim, çok saçma çünkü bu düşünceler!" diye devam ediyor. "Anlaşılan bönlüğünü sevindirecek bir arkadaş edinmişsin R, senin için küçük, insanlık için daha küçük bir adım!" (Bu noktadan sonra anlatıcı olmaktan çıkıyorum.)
Muhabbete limon sıkmaya kararlı gibisin Işık?
Ziyadesiyle ekşimiş bir muhabbet bu zaten. Koca bir insan neslini sosyopatlara dönüştürecek fikirlerden söz etmek üzereydiniz. Üç milisaniyelik yoldan geldim, var sen hesapla kaç kilometre tepmişim! Koca bir binanın dördüncü katında yalnız kalan biriyle uğraşıyordum. Korkusunun aşamalarını gözlemliyordum. Tadımı kaçırdınız!
Tamam tamam. Hadi anlat da git!
Oldu canım R. Başlıyorum:
Telaşlı olmasına rağmen sarsak adımlarla yürüyordu. Cep telefonunu koridorun sonundaki sınıfta unuttuğu ümidine ve birkaç sûrenin kötülük savıcılığına sıkı sıkı sarılmış ilerliyordu. Telefonu iyice yoklamadığı iç cebindeydi aslında. "Hep aynı terane!" diye düşündü. Yıllardır irili ufaklı ne kaybederse kaybetsin “Malının kıymetini hiç bilmiyorsun, elin ekmek tutunca belki anlarsın!” diyen babası geldi aklına. İçinden "Ama salaklık bende, hiç gelişim gösteremedim eşyalarıma sahip çıkma konusunda eriyen ömrüm boyunca!" dedi. Eşya kelimesine her anlamda kullandığını fark edince içini bir alev Meksika dalgası yaparak yaladı. Zira biriken ve biriktikçe huzursuzlanan pişmanlıklar topluluğu hep bir ağızdan low profile şarkısını söylüyordu.
Aniden floresanlardan biri arızalandı, cızırtılar çıkardı, kıvılcımlar saçtı ve ışığı gidip gelmeye başladı. Adamımız canlı oluşu sebebiyle irkildi ama korku merkezi faaliyete geçmeden önce Uzak Doğu sineması gerilim filmi atmosferi içine düştüğünü düşündü. "Yaşamak hele biraz kenarda dursun, önce sanal yaşanmışlıklarla anımın gerçeği arasında paralellikler kurmalıyım." der gibiydi. Loş ışık algısında yanılmalara sebebiyet vermeye başlamıştı çok geçmeden. Koridor duvarına asılmış, ötede beride duran nesneleri de istemeden ürkütücü yüzlere, art niyetli eşsiz yaratıklara, kötücül ruhani varlıklara vs. benzetiyordu. Bir an durup bu kadar merdiven çıktığını, bunca yol teptiğini ve bu uzun koridorun ortalarına kadar da yürüdüğünü düşündü. Geri dönecek olsa onu tüm yol boyunca yürürse yürüyerek, koşuşturursa koşuşturarak, koşarsa koşarak takip eden şeytani güçler, katran karası korku elementleri olacaktı. Kaç ya da dövüş yanıtı verdirecekti sempatik sistemi ona.
Çok geçmeden cesaretini topladı ve ayakları dolaşık vaziyette sınıfa girdi. Beklemeden ışığı açtı, oturduğu yerin etrafını aradı. Yoktu. Çalınmış olabilirdi. Okulda yeniydi. Belki müstakbel iyi niyetli bir arkadaşı daha sonra sahibine vermek üzere yanında götürmüştü. Belki bir görevli, temizlikçi belki, bulmuştu ve gelip alması için onu bekliyordu. İlerdeki sınıflardan birinden geldiğini sandığı bir kapı gıcırtısıyla irkildi. Midesi parendeler atmaya başlamıştı ve daha akrobatik hareketler için de çalışıyordu. Biri mi vardı? Rüzgâr olabilir miydi bu sesin sebebi? Telefonu tamamen unutmuştu artık, koşarak çıktı sınıftan ve koridor boyunca koşmaya başladı. Aynı sesi tekrar duydu. Kalp atışları iyice hızlandı, genç adamımız adamakıllı korkmaya başladı. Pek bilmediği dua ve sure parçalarını okumaya çabaladı. Yalnızca çok zora düştüğü zamanlarda başvurduğu ilahi desteğe bel bağladı. Hali ilgimi çekmeye başlamıştı, ötesini merak ettiğim için binadaki tüm ışıkları söndürdüm. Olduğu yerde kalakaldı. Okkalı bir küfür savurdu. Arkasından anlamsız bir ses çıkardı. Bu ses onu daha da korkuttu. Artık kalbinin sesleri bana kadar geliyordu. Elini cebine attı, telefonun ışığını açacaktı. Sesi bomboş koridorda yankılanan bir küfür daha savurdu. El yordamıyla aşması gerekiyordu zifiri karanlığı. Mecali kalmamıştı. Hayatı boyunca o çok nadir yaşadığı hususi anlardan birinde olduğunu fark etti. Olduğu yere yığıldı ve sakinleşmeye çalıştı. Kıpırdıyor gibiydi ama emin değilim, belki de bayılmıştı.
Sonra ne oldu? Bu arada, kötü bir anlatıcısın. Roman yazsaydın ve okuyucu kitlen 7-14 yaş arası olabilseydi şanslı sayman gerekirdi kendini Işık.
Sonrasını göremedim. Muhabbetinizin saçmalığı ve etik dışılığına daha fazla kayıtsız kalamadım R.
Senin etik çerçevenin içinde kalıyor gel gör ki azaydınlananboşparkın söyledikleri neredeyse nihilist arkadaşım.
Öyle deme R, bir gölgeyi birçok şeyle oluşturabilirsin ama bir şeyin bir pozisyonda sadece bir gölgesi vardır.
Yani?
Bilmem.
0 notes
bilalayberk-blog · 6 years
Text
Işık ve R 4
Şu dakikalarda çoğu zamankinden daha savunmasızsın ama kalan bir avuç dakikasını yaşadığının farkında olan ve ölümden ölesiye korkan birinin son ihtişamlı kükreyişlerinde o bir zamanlarının büyük hikâyelerini, heygidigünlerinin esrarını anlatması gibi sen de bugünlük ömrünün nihayetine yaklaştığını biliyor ve bu yüzden de iyice teklifsiz, ağzı bozuk konuşuyorsun Işık. Şartlar bizi ormanda bir dağ evinin şöminesinde buluşturdu diye aramızdaki resmiyete zeval gelmesi, senli benliliğinin tavan yapması mı gerekiyor? Ambiyansın emriyle şekil alıyorsun Işık, huyun mu kurusun ne?
Ölmeler arasında donmanın yeri bir başkadır derler. Evet, ilk cümlemde sorduğuna doğrudan cevap vererek oyunu senin kurallarınla oynamayı kabullenemezdim. Alev susar, ben susarım, ben susarım, insan susar. Yolunu kaybeder, karnı acıkır, karnı konuşur ve karnı susar, bilinci kısırlaşır, düşünceleri ölü doğar, beyni susar. Nefesi el etek çeker, kurmalı saati, kalbi susar. Bu iş genelde hücreağından ruh çeker gibi kolay olur. Tecrübe etmek ister miydin sevgili R?
Bilmem, bana korkutucu gelmeyecek kadar uzak bir gelecekte neden olmasın! Işık, önümüzdeki birkaç on yıl içinde bir karadeliğin çekimine kapılmayı düşünürsen dünya denilen standartlar üstü oyun sahasında nefesi ne pahasına olursa olsun almak ve canımız hariç her şey pahasına (atmosferin o gül hatrı da var tabii) geri verebilmek şeklinde iki basit kuralı olan, çok şık, şıklı ve şikeli oyunun son dakikalarında el sıkışıp kafalarımızı tokuşturabilir, hatta jübilelerimizi beraber yapabiliriz.
Jübilesinde yanında olduklarım listeme ismini yazdırma hevesindesin. Evet olabilir. En ufak fark edilmelerin iç denizlerinde tsunamiler yaratabildiğini biliyorum. Çömezlik dönemlerinde ortamıniyisi olabilmek için planlı hareket ediyordun, giderek refleks haline geldi bu sende R. Herkesle herkes gibi olmanın rahatlığına kapılabiliyorsun kolayca. Sana bu rahatlığı sunabilecek herkeslerle haşır neşir olmaya çalışıyorsun. Ortak yalanınıza rağmen yaşayabilmeyi, kendinizi içinde bulunduğunuz durumun yalan olmadığına zorla inandırmaya çalışarak değil, yalan kavramının anlamıyla oynayarak kısa süreli teskin ediyorsunuz. Vicdanınızdaki oyuklara geçici dolgular yapıyorsunuz R, huzursuzluklarınıza kapatıcılar sürüp sanal keyf ayinleri düzenliyorsunuz.Yani içinizdek....
Dur bir dakika Işık! İradesiz ve ruhsuz varlığına rağmen vicdandan, duygulardan, doğru-yanlıştan söz edebilmen şaşırtıcı ve rahatsız edici. Belli ki insanların ve cinlerin ve iradesi olan başka yaratıkların muhabbetlerine bol bol şahitlik etmiş, harcıalem lakırdıları ezberlemişsin. Yazı dizisinin formatını incitmeme adına bu duruma ses çıkarmayayım diyordum ama sen de insafızca sabrımın sınırlarında geziniyorsun. Hiç yoktan ironim geldi sayende. Yazar, yazma beni bu cümleden sonra!
Vay vay vay, haşmetmeap R hazretleri edebi ironiye yeltenmiş! Bu buyurganlığınla ancak reşit olmamışların gözünde çokça yenilikçi olabilirsin. Ruh ve irade şerbeti ağız kenarından akan zaafiyetler sunuyor ben-i âdeme. Hilkat algoritmam minimalize ediyor hissi acziyetlerimi ekseri. Verileri kombine edip neredeyse salt, parazitsiz pürüzsüz mantıki çıkarımlar yapmaktayım. Sözün anahtarları bende, sen sıkılmış okuyucu, gamsız yazar R'nin huyuna gitmek isterse kapanışa kadar Işık'ın sofrasından yiyip içeceksiniz, tiradımın tadına bakacaksınız demektir. İçimdeki ses diyor ki bazı şeyler gibi onun tadına da sonradan varacaksınız. Hani şu ince boyunlarına doladığınız kementleri aniden çektiğiniz billur anılar, geçmişliğinden dolayı blur sahneler, yar bakışında ayaküstü oturmalarınız, anne nasihatlarına he deyip aşkın başından kalkamamalarınız, afrodizyak koklaşmalarınız, ordazatenamaçfilmizlemekdeğilleriniz, sobada yanışı izlenenler, halıda yan yana uzanıp tv diye konsantreçocuklukgüzellikleri izlemeleriniz, hepsibeşleriniz, "eski siz"siz kaldınız diye yokyaeskitadınıvermiyorlarınız, bakire nimetler arasında ikilemüçlemçoklemleriniz, ağzı yumurta kokan şamaroğlanlarına gülüşmeleriniz, günah keçilerini sağmalarınız, epik ucuz yaygın kanunsuzluklarınız, bakşimdineyapacağımlarda vaadettiğiniz zevk karnavallarınız, toplu fotoğraflarda poz verme sekanslarınız, elgündostyaren çekiştirmelerinin çoraklığında güç bela çiçeklenmeleriniz, her savaştan âşık çıkıp uslu mesut evlerinize dağılışınız, üçihlasüçfelaküçnaslarınız, (böyle erken gitmek istemezdim ama bir kova cennet boşaltıldı cehennemime) hayırlı kapanışların(m)ız...
0 notes
bilalayberk-blog · 6 years
Text
Işık ve R 3
Odanın penceresi nereye açılıyordu, güneşin neresinde oturuyordunuz?
Seni, yapacağın bir yamuktan dolayı yıpranacak kadar umursamadığımı biliyorsun sanıyordum R. Mahcubiyetinin boyunu posunu görebilmek için yüzümün düştüğünü zannetmeni istemiştim, görüyorum ki başarmışım da bunu. Muhabbet açma çabanı anlıyorum ama Allah aşkına R, bu iş böyle mi yapılır? Özür dilerim demek yerine sıcak bir iki cümle ile gönül alma olayından söz ediyorum. Pek anlamıyorsun desem hiç anlamayanların hakkına girmiş olurum. Halden anlarlık konusunda emekleme sürecin çok uzayacağa benziyor. Hatatelafisiannen sütten kesmemiş sanki seni. Yanlışların sonucu insanların kalplerinde oluşturduğun kesiklere zamanabırakbaban dikiş atsın istiyorsun.
Haklı olabilirsin, yordamsız olabilirim Işık, ama bu demek değil ki birini üzen insanların hissettiği üzüntü ortalamasının altında kalıyor benim hüznüm. İncittiğime, onu daha fazla incitmeden yaklaşabilme konusunda başarısız olacağım korkusunu yenmekte pek başarılı olmamam, (Şu her şeyi batırdığım düşüncesi ve mahcubiyet belirtmemin yediğim halta bayrak dikeceği kaygısı yok mu!) bu teferruatlarda boğulmayan basit insanların basit düşünce ve basit yoldan sonuç ile oluşturduğu üçlü gibi bir metot geliştirememem beni sizden daha duyarsız, daha az diğerkâm yapmaz.
Alkışlıyorum seni R. Arkadaşlar siz de alkışlayın. Bak hep merak etmişimdir, savunma metinlerini kendin mi yazıyorsun? Sana yöneltilen her eleştiri yumağının karışmış iplerini bir bir açıp, onlardan ciddi, köşeli, ince eleyip sık dokumayan akılların fark edemeyeceği kadar az hata içeren, somutlaşmış, üzerinde tartışılıp mağlup edilmesi zor birer haklılık örebilmek için kaç bilge beynin çeşmesinden akan suyu kendi fikir havuzuna yönlendirdin? Hatırlıyor musun bir kalbi ezdiğinde hemen olay yerine intikal ettirdiğin şefkatli yara sarıcıların olurdu hani? Haklılık-haksızlık bölücülüğün, kırmalara kırılmalara karşı gösterdiğin bu vicdani olmayan yaklaşımın ne aralar başladı?
O değil de Işık, biz insanlara göre senden hızlısı yok. Geçmişi, geleceği, zamanı konuşurken adını zikrederiz bol bol. Pişmiş fikirlerin vardır şimdi senin, sana göre hatırlamak nedir? Hatıra nedir, anı nedir? Yaşanmışlık diye bir kelime de kaşla göz arasında dolandı dilimize, o ne ola ki?
Sorduğum sorulardan böylesi bir pişkinlikle kaçmaya çalışmayacak, mevzuyu bu kadar ucuz bir şekilde manipüle etmeye yeltenmeyecek kadar saygı duyuyorsundur en azından zekâma. Bunu bildiğim için meseleyi büyütmeyip ortamı yumuşatmaya çalıştığına inandırıyorum kendimi ve sorularına cevap vermeye geçiyorum.
Anı… Anımsamak… Hatıra... Hatırı sayılır yaşanmışlık… Bir ‘hatıra’ nın torbasını karıştırırsan eline zamangeçirmez, mukavim duygular çarpacaktır. Denizinde dalgıçlık yaptığında, iki kulaçta bir geleceğinde var olmaya aday, kararlı hisler görürsün. Onlara ilahi kudret ‘iz bırakabilirlik belgesi’ vermiştir. Ufuk çizgisine dizebilirsin hatıralarını, sığacaklardır. Fezanın yanıltıcı ama insan için kâfi sonsuzluğuna serebilir, gökyüzünün münbit deltalarına serpebilir, noktalaşan uçları renksizleşen sahillere sere serpe uzatabilirsin. Kimisi uzay boşluğuna yollanacaktır, kimisi semada filizlenecektir, kimisi ise belki dalgaların peşinden gidecektir. Kuş sürülerine eşlik ederek pastel akşamüstlerinden ve çok mevsimli iklimlerden geçen bahtlılar da olabilir. ‘Hatıra’, hafızanın en çok, ‘anı’ orta derecede, ‘yaşanmışlık’ sa en az sağlamlaştırdığı, üstüne düştüğü ‘renkşekilduygufikir paketi’ gibi geliyor bana. O zamanlı zamansız, hangi derin, bilinçlendiremediğiniz gerekçelerle, kolaylaştırıcılarla ve taze sinapslarla belleklerinizin çağırdığı (çağrışım diyorsunuz buna) yekten aklınıza gelenin adı ‘hatıra’, bazen hummalı bir çalışma sonucu dahi gelmeyeninki ‘yaşanmışlık’ tır benim lügatime göre. ‘Anı’ da bu ikisinin ara tonlarında bir anlama boyanmıştır. Gökyüzünüze serptiğiniz hatıralardan gözünüzü kapatarak kurtulamazsınız, onun dört bir yanındaki hatıralarınız gibi her zaman üstünüzdedir gök, orada olduğunu bilirsiniz. Unutma ile hatırlama arasında anı ya da yaşanmışlık kadar varoluş mücadelesi vermez hatıralar, bilinçle dostlukları kadimdir. Hiçliğin muallâk soyutluğunda yerçekimsiz ortamda gezinen kozmonotlar gibi usulca hareket eden anılar ve yaşanmışlıkların aksine, neredeyse o anki gerçeğiniz kadar somutlaşabilir hatıralarınız. Peki, hatıra defterine geçmişinden bir parçayı yazdıran nedir sana R? Mazinden bir şeylerin uzak bir yere bırakmak zorunda kaldığın kedin gibi gelip seni bulmasını sağlayan nedir?
O yaşantının izlerinin aniden ortaya çıkması, yerini belli etmesi olabilir Işık. RBNM (R Büyük Nöron Meclisi)nin oturumundan çıkan kararların sonucudur belki de. Kaderin çalışma prensiplerini soracaksın bu konuşmanın sonunda bu gidişle. Konuyu çok dağıtıyorsun. Dağıtmaksa dağıtmak. Buyur! Öngörülemezlerin bekasına inanırım ben, uzay-zaman sürekliliğine mesafeliyim. Hele şu Laplace şeytanı düşüncesi... Gelecek de geçmiş gibi makro evrenden mikro evrene, her varlığın konumu, enerjisi ve fizik kurallarına bağlı davranış modellerini bilen bir varlığın gözleri önündedir der Laplace. Hangi fizik? Klasik Newton fiziği olmadığı ortada. Bilinmezleri yöntemi sallantıda olan yeni bir bilimsellikle incelemeye çalışan parçacık fiziği mi? Metafiziğin bu mozaikteki yeri ne olacak peki? Anti madde, nedenselliği çözümlenememiş enerji alanları, kuantum fiziğinin boyunu aşmaya başlayan her şeyin teorisi arayışı... Kaderin kimyasını anlama adına cılız denemeler bunlar. Geliyor işte aklıma Işık, cami avlusunda başını dizime koyması geliyor.
Ha-ha. Kaç zaman önce olduğunu da söyle lütfen. O zamandan biraz daha fazla ışık günü uzakta oturan arkadaşlarıma rica edeyim, kendilerine kısa süre sonra ulaşacak olan görüntülerinizi paylaşsınlar benimle. Einstein haklıydı görelilik teorisinde. Mesela 558 sene öncesindeki fetih şu an galaksiniz dışındaki bir gezegene yansıyor, uzaylı dostlarınız da gezegenlerine projekte olan Dünya'yı büyük bir seyir zevkiyle izliyorlar. Uzaylılar konusunda şaka yapıyor olabilirim tabii. Ah keşke konunun meraklısı olsaydın da uzaylıların var olup olmadığı konusundaki gerçeği senden saklamaktan çok büyük bir haz duysaydım âdemoğlu R.
O değil de Kuzey kutbuna gidiyorum Işık, yarım yıl neredeyse hiç görmeyeceğim seni, Karanlık'a söylememi istediğin bir şey var mı?
Yin yangı ikimize uyarlamaya çalışıyorum, epey ilerleme kaydettim, Karanlık'ın içindeki ayd.... (ampül patlar.)
R: (mırıldanır.) Odalarrdaaa ışıksııızımm, katıksııızımm, viraaneeyimmm! Ha-ha!
1 note · View note
bilalayberk-blog · 6 years
Text
Işık ve R 2
Megalomanin manyaklık boyutunu aştı, her yerde olmana, herkesçe bilinmene rağmen her fırsatta yeni reklam filmlerinle karşımızdasın. Al işte ayaklar altındasın, kapı aralığı acımış sana da sızmana izin vermiş odama. Buraya kadar tamam da tavanda oluşturduğun fay hattı benzeri sönük yansımana ne demeli! Yaşlanmış ellerini olur olmaz gizli kalmaları gereken yerlerden çıkarıp üstüne vazife olmayan işlere yönlendiren sevimsiz bunaklar gibisin, sanki acıklısın Işık! Ayda ve güneşte kendini gösteren ve gün boyunca hiç kapanmayan göz Horus'a ait olduğum söylenir Mısırlılarca. Mutlak ışıksız ortamlar, Karanlık'ta büsbütün kendine ait alanlar var edebileceği yanılgısını oluşturma adına yaptığım oyunlardan. Ne demiş sizin aklıevvellerden biri: “Beni biri anladı, o da yanlış anladı.” Ben anlatmadan anlar mısın beni R? Pek sanmıyorum ama… Ne vurduysa başına (ha-ha), gerçek R'nin göstermelik cilalanmış, pamuk öfkeli örtülü karakteri zahmet etmiş gelmiş, çağıran olmuş muydu, yazarımız mı istedi? Hmm... Neyse senin anlayacağın, gönül işleri Karanlık’la olmuyor, o yüzden karanlıkta oluyor. Yine anlamadın tabii. Cinsimi, huyumu bütünüyle bilen, yaradılış kodlarımdan haberdar tek mahlûk 'Karanlık'. Onunla da ne kadar denediysek de bir araya gelemedik. Neticelenmemiş halvet serüvenimiz ikimizi de demli bir küslüğün pençesine düşürdü. Düşmanlık içermeyeninden ama... İç işlerimizde bağımsız gibi yani en azından. En büyük aşklar kavgayla başlar ve doğru mecrada akıp murada eriştirmezse de iyilikten maraz doğar R. Sevme sevilme serüvenlerini âşıklarda seyredebilmesi için insan çiftleriyle bol bol baş başa bırakıyorum onu, dişil yanı ağır basar karanlığın, bilmezsiniz. Şu romantik atmosferleriniz için yaktığınız mumlarla mesela konuk oluyorum çifte kumruluğunuza. Ha-ha. R, şu sabahki serüveninize gün ağardıkça daha çok katıldım ve gururla söylemeliyim ki... Hemen her zaman ne hikmetse senin için tiratlaşan diyaloğumuza dönsek mi Işık?! Olur. Şimdi… Hah! Yok! Ne diyordum, gecenin bitiminde Ra günü başlatmak için geldiğinde Apep onu durdururmuş, kim bilir daha neler olurmuş. Set ile birleşip güneşin, ışığın tanrıları Ra ve Horus ile mücadele ederlermiş ve denilir ki her gün saatlerce süren bu cedelleşmenin galibi aydınlık getirenler olurmuş. Peh, ne açıdan bakıldığına bağlı aslında, Mısır coğrafi konumu nedeniyle ��okça var olduğum topraklardan, bu yanlı yaklaşımın sebebi bu olabilir. Gerçi koşullardan bağımsız olarak diyebiliriz ki; Ancak ben gittiğimde o gelir. Yalnız kalma, çoğu zaman kendini var etme çabalarını bozan benim. Yalan söylüyorum. Hayır, doğru! Loş ışık safsatası da he... Saçmalarken herkesten biraz daha iyisin Işık, devirdiğin sayısız sene bağlamsızlığı ezberletmiş sana. Zamanın yıpranmaz başlıkları içindeki ağır metallere rağmen fikirlerinin suyunu çıkarmayı başarmış ve sen de kendini, bu her şeyi yaşamanın getirdiği kendinden ancak hiçbir şey yaşamamış kadar emin olma halinin çıkmazında, tanımsız halini dev karnaval kuralsızlıklarını gevrek hislerine çürük yumurta akı gibi yayarak servis ediyorsun. Biliyorum ziyadesiyle kibarca ifade etmiş oldum. En azından tükürükler saçtığını söylemek mümkün, beyninden saçılanları diyorum. Senden sakınamıyorum Işık. Benden olamıyor elin. İkimizden biri diğerini gerçekten sevebilseydi bunlar başkalarına hazırladığım sözler olurdu. Ya da kimse için hazırlamazdım ama Allah biliyor yine gelip onlar üzerinde hak eder, bunu bile şeref sayardın. Işık, kaldırımın yoldan yeterince uzak tarafından yürümeme rağmen hergelelik namına devinen tekerleklerin pisliğini sıçratmaktan geri durmuyor. Öğretilmiş çaresizliğe direnip haşmetinle dalaşacak oluyorum, hak iddiam bile dehşete düşüyor hızından. Sen gidiyorsun, ben gidiyorum, kavgam kalıyor. Bir nüshası mesela ısıracağım dilime sunulmak üzere sahaya çıkması en muhtemel yedek futbolcu gibi bekliyor. Orantısız güç kullanmak gerek sana karşı. Evren kadar hacimli giderek daralan, daralırken senden başka her şeyi arkasında bırakan, iç yüzeyleri aynadan bir küpün içinde kapana kıstırılabilirsin örneğin. Kendi şerrine maruz kalan hayali bir şeytanla ahbaplık kurabilirsin ya da. Ha-ha. Hepsini boşver de, Narkissos'la aran nasıl? Geç dalganı R, türünüzün karakteristiği maskaralık. Gördüğüm kadarıyla insanları güldürmek zorlamıyor seni. İlgiyi topluyorsun üzerinde. Oyunu sen yazıyorsun. Oyuncuları ve rollerini de belirliyorsun. Dünyaya uymuyor kafan, dünya kafandaki dünyaya uysun istiyorsun. Burunkıvırdığıademoğlununyöntemleriylekarizmasınıdoğrultmayaçalışan diye bir karakter yazmamışım Işık. Küçük hesaplar peşindesin. Küçük hesapların peşinde koşacak kadar zaman bulabiliyorsun işe yaramazlığa. Küçük hesaplar sana yaşattığı fiyaskolar sonrası uzaktan bir öpücükle borcunu sildirebiliyor defterinden. Kendi oyunlarının başrollerini başkalarına kaptırıyorsun. Kalitesiz bir piyeste dahi kendinin suflörü olarak buluyorsun kendini. Resminigörmüştümadınıdabiliyordumdaunuttumlar, arkadaşvesilesiyletanışmıştıkhatırlarsanızlar, parmağınıçayımadeğdirirmisinşekerkoymayıunutmuşuml ar, gözlerinizsizinmiler, sözüdinlecekkadınsınucuzlukları, sonra boşvermanitayıyakbisigaralar, sizinoranıninsanıadamgibiadamolurbilirimler, buseferböyleolduilerdemuhakkakuzunuzunkonuşalım gibisinden birçok cılız hamle biriktirmişsin sosyal hayatının uzuuuuun başarısızlıklar tarihi boyunca. İnsani ilişkilerin sıcaklığına şöyle bir teyellenebilmişsin ancak. Oldum olası başka hayat hikayeleriyle dirsek teması kurmakla meşgulsün. Kimseyi kolay kolay yüreğini sızlatıp da ağlatamazsın. Ağlak bir kızı terk edişin ya da bir çocuğu kızdırman bu türden bir sebep sayılmıyor elbette. O konuda da doğal bir yeteneğin var gibi görünüyor. Arkadaşım, ikiyüzlülüklerinden birkaçını çeyizine kaldır da öyle konuşalım demek istesen de diyemezsin R. Herkes gibi olmanın doğal zeminine oturamamışsın, sen tutmuş diz kıranların arasında bağdaş kurmuşsun. Basireti bağlanmamış için zaman ve irtifa kaybısın. Çok değil, biraz ölsem, benden kurtulduğunu zannedip eline kına yaksan, ölümü dirimi toparlayıp kapağını kaldırıp içinden fırladığım tabutuma Allah'ımsenbüyüksünler yaşattıktan sonra toprak üstüne çıkıp sefâna sifon çeksem diyorum Işık, bir manin yoksa bu gecenin zifiri sana ölmeye gelebilir miyim? Sevdiğinin odasından çekiyorum birliklerimi, korkusuna eşlik etmeden ölmek istemezsin zifiri yalnızlığında herhalde R? Ha-ha-ha-ha! Bütün dünya Karanlık’ına sarılıp uyurken mi Işık?
0 notes
bilalayberk-blog · 6 years
Text
Işık ve R 1
Bensiz bir hiçsin R!
Işık, sen de tek başına bir hiçsin kusura bakmazsan. Mesela onun başından aşağı dökülmeyeceksen, gözüm biraz sağa sola kaydığında yeni kıvrımlar ve gölgeler, taze gizem ve naif şeytanlıklar sunmayacaksan bana diyorum. Hani yani bu işler seninle var diyorum. Körlerin çok ahını alıyorsundur, aşığım diyenlerine gülersin de.
Yarım kalmış lakırdılarının, sonu gelmeyeceği belli birheves anlatılarının orta yerine varmadan doğurduğun özgüvensizliği halı altına süpüren bakışlarını seviyorsun onun R. Toparlıyor seni, saçmalıklarını ve herkesin sevindiğine sevinmeyişlerini, toplum dışı yalpalanmalarını, iki metre uçurum kenarlarında banabirşeyolmazerkekliklerini göğsünden tutup o huyunun bedenine özenmiş maydanoz sapı narinliğine çekiyor. Yaralarının ince kabuklarının arkasından gün yüzüne sızmaya hevesli kanayışlarını dizginliyor. Seni, acını sildiği bezin, kovasında oluşturduğu kirli suyu tereddütsüz yudumlayabilecek kadar sevdiğini sessizce haykırıyor, onu anlamana ihtiyaç duymadan onarıyor ikinizi, gün aşırı kat çıktığınız birliğinizi. Çekilmemiş, yalnız sana nasip olan, fazla mutluluk zamanların için stokladığın absürt sıkıntılarını görüyor o, gösteriyorsun ona. Ama ellemiyor henüz. Moleküler bazda tanıttın kendini. Kimyanın sırlarına vakıf olmaması için dikkatini dağıtıyorsun. Kendine karşı gizemini nasıl korursun yoksa?
İçim benden habersiz saklıyor kendisini ondan öyle mi yani?
Kalbinin oyuklarından sızıyorum içindeki sığınağa R. Kirli şeffaflığından bir de. Kendini hissediyor ama göremiyorsun.
Seni de göremiyorum Işık.
Ben sığınağının karanlığında bir başkası olarak bulunuyorum, el yordamıyla hissedar oluyorum birbirinizde eriyişinize. Derişik sefanızı dert etmiyorsunuz. Çökelti olmuyor çözeltinizde, gözleriniz gülmeler ve ağlamalarınızla ideal kıvamdan uzaklaştırmamaya çalışıyor sizi. Onu uzak tutmaya çalışırken ellerini yine ona bastırdığının ikiniz de farkında değilsiniz örneğin R. Yazgınıza karşı gelemeyeceğinizin farkındasınız. Yine de sevginizin, varlıklarınızın soluksuz sevişmelerinin gezegeninin çekirdeğine kadar ulaşan köklerini aklınızdan çıkarıp, aranıza cılız dokunuşlarla yıkılacak (belki her seferinde kim örmüşse yine onun kendi elleriyle yıkacağı) duvarlar örebiliyor, sürtüşmeler, kendi varlığından tiksinen tatsızlıklar, bakhiçolmadılar, sorsaydınkeşkeler, cezalar, benibuzamanakadartanımadıysanartıkhiçtanımalar, meler zırvalıyor, gayrı ihtiyari yazıyor ve oynuyorsunuz kaderinizin ilgili perdelerini. Trajikomedilerinizi salonunuzu kapatıp bir başıma izliyorum. Kalabalık dağıtmasın istiyorum dikkatinizi. Bu leziz ironiyi hissederseniz onu sürdürmeniz zorlaşır R, kendisini güldüremeyen komedyenler gibisiniz. Ha-ha. Böyle gülmeyi seviyorsunuz siz de.
Yine bir yanımla bildiğim şeyleri süsleyip sattığını düşünüyorum nedense, haksızsın diyemesem de sana Işık, bilmişliğin rahatsız ediyor bazen.
Soluğum gezinsin üzerinde de diyordun uyku önceleri. Böyle şeyler de geçiyor içinden R.
Bilinçaltımı, bana karşı kullanabilmek için ne ile kandırdın? Bakıyorum onu azgın boğa kisvesinde göstermeyi başarıyorsun, şekil ve renk ve gölge ve boyutlar ve dinamizm ve ve hem tanecik hem dalga oluşunun verdiği kaypaklık, az şey değil bunlar ama bilincime kırmızı giydirip benliğimi orta yerine attığın arenaya izleyici olarak dahi gelmez o!
Sakin ol R,uyan ve çalıştır kendini, çarşaf nemli ve buruşuk, yeni gün kahvaltısını yapmış ayrılacak neredeyse evden, kendini çabuk tut, dudağı yanağında, başla ona!
0 notes
bilalayberk-blog · 6 years
Text
Dilimin Ucunda 4
Onlarca araç geçip giderken, rüzgârlar farklı yönlerden eserken, insanlar konuşurken, gülerken ve yürürken, bulutlar birbiri içinde azalır ve çoğalırken, ağaçlar yağmur sularıyla yıkanmış yapraklarını silkelerken, yüzlerce farklı ses havada dağılırken, yaratılmışlar sevk edildikleri üzere hareket ederken, insanlar kemikleşmiş toplumsal ve varoluşsal yasaların güdümündeyken ve hayatın diğer elementleri kendi dillerince konuşurken en fazla yedi yaşında, yarı çıplak, besili bir çocuk çömelir, eline aldığı çomakla evinin bulunduğu sokağın köşesindeki su birikintisinin yumuşattığı toprağı karıştırır. Bunu yaparken de zihni, kendisinden başka hiç kimseye bahşedilmeyen, eşsiz bir âlemi keşfe çıkar. O âlemde belki güneş siyah, ay pembedir. Kavaklar küçük kızlar kadar, taşlar pamuktan olabilir. Kederler birer kelebeğe dönüşüp insanları gıdıklayabilir. Gözyaşlarına soğandan başka sebep bulunmaz. Şartlarını kendisinin belirlediği bu harikalar diyarında yaşayan çocuğu oradan çekip çıkaran şey, işte o, insanoğlunun ilk ve en büyük düşmanıdır. Cennetten kovulan insan, ona çocukken bahşedilen cennet hayalinden de kovulur. Birincinin sebebi bellidir. İkincinin sebebi de eski yuvasının izlerini taşıyan ruhun yeni evine alışma sürecinin bitmesi olabilir. Noksanlıktan uzak cenneti yurt edinmiş ruhun, tehlikelerle dolu dünya ormanından karanlıkta geçmeyi kabullenen, ürkek ve cılız bir direngenliğe sahip versiyonunu taşır âdem soyu. Bu soyut ruhu ile en yüce soyutu, aşkın olanı, misafir olduğu bedendeki beynin algılama metodu olan "varlıkları, gerçekliklerini ve sınırlarını duyusal girdilerle belirleyip zihinde inşa etme" işleyişiyle tanımaya çalışmak nafile bir çabadır. Yoktan var ettiği kâinatın içinde dahi kimliğini tartışılabilir kılmak; bu sadece Allah'ın gücünün yeteceği bir iştir. B.B.Y.
0 notes
bilalayberk-blog · 6 years
Text
Dilimin Ucunda 3
Karakter: Evine giden biri…  İsmi: Konumuz dışı. Yaşı: Ehemmiyet arz etmiyor Yürüdüğü yol: Ankara'da üç beş sokak iki üç cadde Zaman: Gecenin erken saatleri Aklından geçenler:  Boş boş mu bakıyorum yoksa yan cephesine reklam alan şu griye, toza, ise bulanmış, ölmeye yüz tutan binaya? İsmi önemsiz başka biri olsa üstüne daha mı fazla düşerdi? Yolun karşısına geçeceğim, acaba bu yaşıma kadar kaç kere karşıdan karşıya geçtim? Bunu düşünen çok az sayıda insandan biri olmamın bana herhangi bir artısı var mı acaba? Kendine bu soruyu soranların sayısı muhakkak daha da azdır. Şu yaklaşan ışıkların kaynağı bir belediye otobüsü mü yoksa özel bir otobüs mü? Bir belediye otobüsündeki insanlardan herhangi birini daha önce görmüş olma ihtimalim nedir? Matematik, bunu hesaplayabilecek yetkinliğe erişti mi? Sivillerin ve "yetkili olmayanların" ya da yetkili olmayan sivillerin çok azının girme şerefine eriştiği askeri binaların ve devlet dairelerinin halkın ikame ettiği yapıların etrafına ya da arasına yapılması, erişemeyeceği alanların çokluğunu gören yurdum vatandaşını kendi şehrinden soğutmaz mı? Şu kavşaktaki çimlerde gündüz de görülebilen, siyah poşete sardığı birasını bazen oturarak bazen ayakta, bazen tek başına ama çoğu zaman oksijen israfı, fikirsiz arkadaşlarıyla içen, oturarak içerken sağ dizini ömrünce besleyip büyüttüğü, adam ettiği karnına çeken ve sol bacağını, dizini hafif kırarak yere yayan, pozisyonunu keyfine göre her değiştirişinde hayvansı bir doğallıkla oh çeken, ayakta içerken bileğine sardığı beş kuruş sandığı üç kuruşluk tesbihinin olduğu sol kolunu dirsekten bükerek beline yapıştıran ve sağ eliyle tentürdiyoda batırılmış gibi görünen bira şişesini kafasına diken, yalnız içerken kesinlikle karısı dışında bir kadını, arkadaşlarıyla içerken çoğu zaman cebindeki üç beş kuruşu beraber yediği bir konsomatrisi ya da daha fenasını ciddi anlamda insanlık dışı bir iştahla anlatan, başının iki yanında birer tutam, önünde ve tepesinde sağa ya da sola yatırılmış birkaç yüz kılı olan, gözleri, bakana şimdiye kadar kayda değer hiçbir şey düşünmemiş olduğunu çıtlatan, bıyıklarının altı ve dişleri sarı, kulak kirleri aşikâr, pembe gömleğini dirseğine kadar sıyırdığı ve sağ kolunu dizine dayadığı için iyice belli olan esmer bir tene ve kıvırcık kıllara sahip, fazla kilosundan dolayı zorlanan siyah kemeri, kundurası, beyaz çorabı ve üstünde ise sağ dizini karnına çektiği için yukarı çıkan krem rengi kumaş pantolonunun paçasının altından görülen ayyaş bacağı olan şu silik adam gibilerini bir ben mi dolaştırıyorum beynimde böyle? Yine ölmeden geçtim karşıdan karşıya şükür. Kaç geçişte bir bunu söylüyorum acaba? Bu gelen dolmuşun çalıştığı hat gerçekten uzun, ama onda da çok daha kısa hatlarda çalışan dolmuşlardaki tarife geçerli. Yakılan benzin miktarı böyle fark ederken kazandıkları para hangi oranda değişiklik gösteriyor? Yolcusu az bu dolmuşun, arkası çökmemiş. Şoför yanı boş, beni bekler. Yine Sıhhiye dolmuşunu Ulus dolmuşu zanneden biri yaklaşıyor. Şoföre her defasında sormak istiyorum: "Abi bir gün içinde size böyle yanlışlıkla gelen, soru soran kaç kişi oluyor?" Ama dolmuşçularda böyle soruları anlayışla karşılayacak insanlardaki yüz ifadelerini görmek pek mümkün değil. Çoğu zaman şoförün kendisinin de bir şey anlamayacağı kadar kısık sesle arabesk şarkılar çalan radyonun temiz kullanılmışlığı ve eskiliği beni koltuğumda sabitliyor. Şu an burada her şey olması gerektiği gibi. Dolmuş, kendi iç tüzüğü olan bir taşıt. Yazısız kuralları herkes tarafından bilinen ve büyük çaplı bir gerginlik olmadığı sürece kimsenin hiçbir şeyi sorgulamadığı bir ortam... Gece vakti alakasız bir yerde aniden durduğumuza göre dolmuş şoförlerinin ne zaman nerde binecekleri belli olmayan tanıdıklarından olsa gerek. Ön koltuğu bu insanlara bırakmak da yazısız kurallardan... Ortadaki cam kenarındaki boşluk iyi duruyor. Çoğu şehirden fazla çöreklenir Ankara'da iş günlerinin bitiminde günün yükü. Bu bilgiyi nasıl elde ettim bilmiyorum. Uykum da geliyor. Şoför ve arkadaşının bol kahkahalı,gece az yolcu olmasından alınan cesaretle bol argolu, kaygısız, astığı astık kestiği kestik muhabbetlerini dinlerken istem dışı sosyolojik analizZzZz.....  B.B.Y.
0 notes
bilalayberk-blog · 6 years
Text
Dilimin Ucunda 2
Karşı kaldırımda dikilen şu adamla ilgili ilk izlenimim nasıl iyi olabilir ki! Yüzünde ilk bakışta fark edilen bir işgüzarlık var. Kunduralarının önü yağmurun ardından kuruyan çamur damlaları ile bezeli. Vücudunun ağırlığını sağ bacağına yüklediğinde sol bacağını cahillerde görülen o içi boş özgüvenle öne doğru uzatıyor. Bunu yaparken de işi başından aşkınmışçasına içini çekiyor. Kaliteden uzak pardösüsünün kendi sıradanlığını perçinlediğini bir an olsun düşünmüş olmasını dilerdim. Böylesine soğuk bir sabah vaktinde saçlarını jölelemiş ve geriye taramış olması, hele alnına dökülen telleri sağ eliyle düzeltirken gözlerini kısması, kafasını sola yatırıp çenesini de öne çıkarması ucuz ve çalıntı bir gösterişten başka bir şey değil. (Bu sabah balkonumun fayansı üzerinde sırt üstü debelendiğini gördüğüm ve sigaramın közleriyle sefilliğine son vermeyi düşündüğüm Gregor Samsa’nın teki, bu adamın yanında karnı ve gönlü tok bir asilzade sayılır.) Sevimsiz ve sinsi bakışlarıyla baktığı insanlarda oluşan en baskın hissin büyük bir güvensizlik olduğunu anlamak için fazla kafa yormaya gerek yok.  İşte bir adım atıyor. Yolun aşağısından gelen kız grubunu fark etmiş olmalı. Otobüs bekleyen kalabalığı solluyor ve yaklaşmakta olan kızları en rahat şekilde göz hapsine alabileceği noktaya mevzileniyor. Şu anki düşkünlüğünü ve şeref yoksunluğuna ona hangi eğitim-öğretim süreci geri kazandırabilir söyler misiniz? Etrafındaki insanların çoğunun bilincinde olduğu ve bu yüzden de rahatsızlık duyduğu tutumlar içinde olan bir insan, içinde bulunduğu durumun farkında değilse onu bir kaçık olarak görmememiz için pek fazla neden olduğunu sanmıyorum. Kızlar dolgun adımlarla yaklaşıyorlar. Biri yanındakine heyecanla onun zoraki güldüğü belli olan şakalar yapıyor. Diğer üç kız ise onları kayıtsızca dinliyor. Ve gündüz vakti, umum içinde "Tatlı bayanlar, bu yana bakar mısınız?" diyen bir sırtlan sesi. "Leş yiyicilerle henüz diriyken işimiz olmaz." demeleri mümkün olmayan bu beş kız, kızgınlık, telaş, mahcubiyet karışımı iç bunaltan bir duyguyla başları önde, yüzleri kırmızı, hızlı adımlarla yollarına devam ediyorken, başarısızlığını bile irdelemekten uzak insan taslağı iştah kapatan bir pervasızlıkla kendi hiçliğine dönüyor. Tüm bunlar olup biterken takma dişli emekli amcalar ve tutunacak dallarını birer birer yitiren yaşları geçkin dizikolik teyzeler önce sadece alışkanlıklarından ileri gelen yapay bir şaşırmayla ağızlarını hafifçe aralıyorlar ve bazı mimik kaslarını çalıştırıyorlar, sonra önlerindeki birkaç saat boyunca gittikleri her yerde onları dinleme fedakarlığını gösterecek genç yaşlı herkese zamane gençlerini eleştirirken kullanacakları ifadeleri düşünüyorlar.  Bazen böyle insan müsveddeleriyle karşılaşırız: Otobüsün ortasında yüksek sesle konuşan, dinlediği müziğin sesini fazla açan, iki kişilik koltukta otururken bacaklarını haddinden fazla açan ve koltuğa fazlasıyla yayılan, yürürken çarptığı insanları umursamayan, kendisine yer verilmediği için o yolculuğu sesinin ulaştığı yerlerdeki insanlara zehir eden, siyaset ve belediyecilik üzerine sağdan soldan devşirdiği beylik lafları tüm toplu taşıma aracı sakinlerinin duyabilmesine dikkat ederek ardı ardına sıralayan, telefonla konuşurken özel hayatını yolcularla bağıra bağıra paylaşan, herkesin hızlı adımlarla yürüdüğü yolların ortasında arkadaşlarıyla beraber biriken ya da yavaş adımlarla yürüyüp yolu tıkayan vs. Bu gibi varlıkların psikolojileri üzerine eğilmek ve onların en azından içinde bulundukları rezil hallerin farkına varmalarını sağlamak toplum yararına yapılabilecek en güzel işlerdendir. Bir noktadan sonra kompozisyon havasına dönen bu yazı da burada bitsin.  B.B.Y.
0 notes
bilalayberk-blog · 6 years
Text
Dilimin Ucunda 1
Anlamadılar. Anormal dediler. Tanımış olsalardı anormal diyecekleri insanların normlarına uyarken kendilerini normal bildiler. Onlardan farklı olduğumu onlarla öğrenmiştim. Benim gibi değillerdi. Beş yaşlarından beri yere tükürdükleri belliydi. Kendime ait değildim çoğu zaman. Herkesi kuşatan ekmek derdine aittim. Otobüslere, caddelere, kitaplara aittim. Ama sadece iki şarkıcıyla ömür devirebilen, ev oturmaları ve bel altı sohbetlerde kahramanlaşan, herkesin anlayabileceği şakalarda ağzı kayıklaşan erkekler familyasının yeri sarsılmaz üyelerinden ayrıydım. Hareket halinde olan bir doğru parçasıydım. Çoklarının düzleminde bile değildim. Diğer doğru ve doğru parçalarıyla kesiştiğim noktalar ben ilerledikçe kayboluyordu. Kaşındığında burnumun kölesi, kaşıdığımda geçici efendisiydim. Ben çantamı anlamıyordum o da bana karışmıyordu. Oysa yolumdan döndürebilirdi beni boş sigara paketim bile. Dışarıda giymeye çalıştım üstün meziyetleri. Yol ortasında yatan erdemlerin etrafına toplanan kalabalıkta yer aldım. Vefaya para sıkmıştı kurşunu, sadakati çağın fitnesi zehirlemişti. İçimde herkesten fazla alçaldım. Herkes nasıl alçalırdı bilmeden alçaldım. Kopya veren yabancıya yemek ısmarladım. Kopya vermeyen dostun arkasından konuştum. Arkasından konuştuklarım önüme geçti. Önündekilerin tozlarını yutan insanlar arasında bile yuvam diyebileceğim bir ortam bulamadım. Onlar kahveye gittiler, ben ucuz felsefe yaptım: "Apartmanların arasında yürümek çok şey demektir. Taşlarda bir gedik bulup sızan ırmak suyu gibi sızar gökyüzü büyük şehirlerde binalardan artakalan boşluklara. Bazı şanslı gök parçalarının göğsünde yıldızlar da olur. Sabaha kadar göz kırpan -göz kırpmak sadece canlı mahlûkata mahsus değildir- yıldızlar gibi az sonra doğacak olan güneşin kulağına ezan okunan saatlerde uyanık olmaya alışamamak benim kabahatim. Ama konumuz bu değil. Konumuza acıyorum. Paketi açılmamış bir acıklılık arıyorum. İsim verilmemiş onlarca hissin olması dilimizin talihsizliği olabilir. Hislerimizi ait oldukları yuvalara sepetleyecek kadar acı bir acıklılık. Sersemletecek, evirip çevirecek, hakkını vererek etkileyecek bir acıklılık. Geçmişinin kalıntıları arasında yaşayan, ruhunun çoğu diğer âleme göçmüş yaşlı adamın gökyüzünde yer alan bu acıklılık, artık kimsenin kayıplara karışan zamanının adını dahi anmadığını bütün benliğiyle hissettiği an hiçliğin bilinemezlik kıyısında yürümeye başlaması gibidir. Kesif, zifiri, katran karası… Cebinde katliamlar, intiharlar ve her türden yıkımlar taşıyan böylesi bir itilmişlik duygusu kişiye sınırlarını öğretir. Acının ve deliliğe götüren bunalımların doruklarına ulaşmak, mutluluğun ve hazzın tepe noktalarında gezmekten her zaman daha kolay olmuştur. Bir çıkış yolu bulamayan insanı eninde sonunda bulacak olan hâl kötü hâldir. İnsanoğlunun ezeli dramı edebi de olduğunu her insanda yeniden kanıtlar gibidir." Neyse geçeyim böyle kelime halaylarını da devam edeyim. Sırtı havlulu bir çocuktan öte bir şey yapmadı dünya beni. Büyüdükçe de değişmedi eğreti ellerim ayaklarım. En olgun düşüncelerime 15–16 yaşlarımda sahiptim. Kaçan varsa kovaladım, kaçmayanı masum saydım. Onlar yine güldüler. Önce ağladım sonra katıldım onlara. Öyle zamanlarda kendim için istediğim fenalıkları başkaları için bile istemedim. Oysa biri bir şey yapınca yıkmak isteyen de aynı bendim. Başarılar elime aldığım evirip çevirdiğim ve halımın bir ucuna attığım oyuncaklarımdı, isteseydim tekrar oynayabilirdim onlarla. Ama çoktan unutmuştum bile onları, yalnızca birileri elimden almaya geldiğinde yükseltiyordum sesimi. Kaçınılmaz kabilinden olan gerçekleştiğinde yeni avuntular alıyordu zaman babam. Benim sandıklarımı elimden alanlar, derli toplu kibirlenip derli toplu gülüyorlardı. Bir öğrenilmiş kibarlık hamlesi yaptıklarında beni de kibarlık budalası kılıyorlardı. Mide bulandırıcı yapaylıkta olan bir zincirleme nezaket reaksiyonu -işin kötüsü- içimde daha önce hiç rahatsız edilmemiş bölgelerde başlıyordu. Gelsinler, sahteliklerimize son vermek için toplanalım. Ne ben dünyada ortaya koyamadığım varlığım sonradan anlaşılır ümidiyle intihar edeyim ne de onlar maskeleriyle cenazeme gelsin. Fikirlerim ve hayallerimin tırnaklarını geçirdiği yerlerden bir anda çekilmeyeyim. Karşı bankta oturan adamın aklından geçenleri duyayım. O da benimkileri duysun. Şeffaflaşalım ve iğrençliklerimizi masaya yatıralım. Bunun kokusuna dayanabilenlerle dünyaya hakkı olanı verelim. Dünyadan da hakkımızı alalım. B.B.Y.
0 notes
bilalayberk-blog · 6 years
Text
Öyküyü Düzenle
Yağmur mu başlıyor emin değilim. Gün yarılanmamış, kesin. Çıkalı çok olmadı. Rüzgâr ışıkları savuruyor. Lacivert yağmurluklu bir genç bisikletiyle hızla geçti yanımdan. Büyüdü bir yaş yanımdan geçerken. Bırakalım büyüsün. Neden bu havada yağmurluk var üstünde? Yağmur mu yağıyor? Belki. Evet. Şimdi damlalar asfaltı koyulaştırmaya başladı. Bir arabanın stop lambası yıkanıyor. Bu stop lambasının kırmızısı hakkında konuşabiliriz. Hepimizin söyleyecek sözü olur biliyorum. Bu kırmızı çok albenili ve ıslak, gecenin seksapelitesine olan katkısı inkâr edilemez. Bunu gece olursa tartışalım.
Binaların hiçbirinin gölgesi yok. Kümelenmiş çöp yığınları ve kusursuz bir rastgelelik oluşturmayı başarmış yıkıntılar. Her şey yok oluşuyla mukayyet sanki. Ay bulutları kovalıyor, hızlanmalıyım.
Yağmurluklu genç öncekinden daha hızlı bir şekilde geçiyor yanımdan. Bir elinde gazeteye sarılmış uzun pideler. Sakalları uzamış. Gözünde güneş gözlükleri. Yanımdan hızla geçeceğini bildiği için beni bakışlarıyla küçümsemekte bir beis görmüyor. Gayet makul buluyorum. Yavaş da olsa ilerleyen bir araçtaki insanlara el hareketi çeken çocuklarda bulunan yüreklilikle aynı yerden gelme bir tavır bu. Civarda bir fırın olduğunu hiç sanmıyorum. Kendimi bir civar olduğuna ikna etmem de özel bir çaba gerektirecek zaten. Bu özel çabanın kapsamında yitecek varlığı müphem, sevgili 'civar'. Birden hızını arttıran sağanak altında ne şemsiye ne de yağmurdan korunabileceği bir bina bulabilmiş benim gibi tedbirsiz bir bedevinin sıkıntısından keyf aldığından bahsediyor bakışı. Yüzünde gözlerini bulamıyorum.
Yolun sonundaki asfaltın üstünde göğün beyazına kavuştuğu için yer gök sınırını silikleştiren kaygan ışıklar var. Damlalar şıpladıkça renkler yumurtanın akıyla sarısının karışması gibi karışıyor. Bir köpeğin havlayışını daha uzaktaki bir köpeğinki takip ediyor. Bunun hissiyatından görkemli bir sıradanlık yontulabilir mi? Daha çok sıradan bir görkem çıkar gibi. Bu havlayışı da bir diğerininki izliyor. Sesler giderek azalıyor. Bir yankıdan farksız. Bir köpeğin yankılanan havlayışı olabilir mi bunca sese sebep? 'Bir köpeğin havlayışı' mı yankılanıyor yoksa sabahın köründe? Gecenin çıkardığı bir ses olmalı.
Tam tenha her yanı sarmış derken içi geçmiş bir bakkal görüyorum. Görmesem de önemi olmazdı. Çamur deryasının gülleri cansız çalıların arasından geçiyorum. Aslında herkesçe bilinen bir yer burası. İçine girip bir yerleri seyretsem... Ben isteyişimi kemale erdirene kadar başıma güneş geçeceğinden korkuyorum. Neyse ki şapkam yanımda, takmıyorum.
Bakkalın camındaki kâğıtta 'Veresiye öldü' yazıyor. İçeride biri var. Yırtık döşemesinden süngeri fırlamış kahverengi bir sandalyede oturur. Adım gibi biliyorum. Bilgisayarının monitörü müşteriye bakmaz. Düşünmesi günah değil ya, onunla ilgili aklımdan şunlar geçiyor:
"Bir insan. Beceriksiz. Başka kimlikler arzusunda. Bir kuyrukta sırasını gasp edene haddini bildirmek istiyor diyelim. Cüssesinden ve daha bilmem neyinden cesaret alan zorbaya. Polis olsa mesela? İyi olurdu. Sahte kimlik ve polis ağzı? İşe yarayacaktır.
Bu insan için başkaları eziyettir. Bakışmak da bakışmamak kadar zorlayıcıdır. Hayatın kıyısında olduğunu söyleyebilirim. Acınasıdır, bu kesin. Zevkli olmasını çok istediği için, zevk alarak yaptığına inanmaktan başka çaresi kalmadığını çok iyi bildiği için yaptığı birtakım leş işleri var. Sevdiklerine duygusal tuzaklar kurmak, sevdiklerini esasen hemen hemen hiç sevmediğine ikna olmak üzere bir halde yaşamayı kabullenmiş olmak. Sevdikleri derken kimlerden söz ettiğimi bilmiyorum, o da en az benim kadar bilmiyordur.
Toplumla bağları nicedir kopuk. En ufak bir sohbet nefesini kesiyor. Bu ona kabir azabı demek. Tüm o gülünç hallerini, olanca gücüyle nefret ettiği cahillere kötü bir oyunculukla sergilemek... Bu adam yalnız bile değil. Keşke yalnız bıraksa kendini.
Düşüncelerinde tekdüzelik yok, neredeyse yok. Ama yaptıklarını çeşitlendirmesi şu haliyle mümkün olmuyor tabii. Kitapçılarda kimseyle muhatap olmadan uzunca duruyor. Herhalde öyledir yani. Biri yaklaşırken burnunu iyice sokuyor elindeki kitaba. Uyumsuzluktan ölmemek için bu kadar insan havası yeterli. Artık gidebilir. İki parmağını koltuk altına soktu. Şimdi de bir kitabın kapağında gezdiriyor. Bir genç kız eli değer umuduyla.
Kökenindeki Anadoluluk fırça bıyıklarına sinmiş, çaresi yok. Üstünde bir de bir çağdaşlık, şehirlilik var ki onu nerden yakaladığı, nasıl yakaladığı meçhul. Ben onun adına düşündüm. Yazgısı böyle. O böyle insanlardan. Karısını önce dövüyor, sonra beceriyor. Belki de karısı yok. Neyle meşgul söylemek güç.
Biraz daha geçsin, boşayacak onu. Önce başını okşayacak, sonra patlayacak. Rahatlayacak. Biraz zaman lazımmış ama. Öyle söylüyor. Bir iş var, ordan voliyi vurursa daha fazla duracak değil. Askerlik arkadaşı gel demişti her zaman. Neden olmasın? Evet, mutlaka gidecek. Sizce gider mi?
Bu adama hareketlilik kazandıracak pek bir değer kalmamış görünüyor. Belki de hiç değeri yoktur. Onu bir yerden bir başka yere sürükleyecek, içindeki dökük sıvalı duvarları boyamaya itecek farklı ehemmiyetlere sahip şeylere ihtiyacı var. Şimdilik onu kollamaktan vazgeçmemiş bir kaderi var. Tanrı onu gözetiyor. Düşünmeden kaldırıyor sabahları kepenkleri ve yine alışkanlık gereği tırnaklarını kesip sifonu çekebiliyor.
Anlaşılmadığını gururla ve içerleyerek söylüyordu eskiden. Şimdi anlamazlar diyor, neyi anlamayacaklarını pek anımsayamasa da. Karakterindeki çatlakları anbean derinleştiren tazyikli sularla mücadele etmesi gerektiğini düşünemeyecek hale gelecek gibi. Beceriksiz bir öfke ama kesinlikle kronik bir yara ve yorgunluk taşıyor. Böylelerini kötü kokan duygularından tanırız. Onlardan birine yeterince vakit ayırabildiysek tabii. Bir insan, gibi, duruyor. Hakkını vere vere hiçbir şeyliğin"
Kapının eşiğinde soruyorum:
"Selamun aleyküm, şuraya bi yere geliyordum, ya da gidiyordum, saniyeler yağmurla lapa lapa oldu, ne yağmurdan bir şey anladım ne zamandan, neresi burası ve ikimiz kaç kişiyiz?"
(14.04.2014 - 09:56)
0 notes
bilalayberk-blog · 6 years
Text
İki Çocuk
Plastik bidon üç karış boyu kesilmiş. Kirli beyaz. İki ufak çömelmiş bakıyor. Güneş yanığı derinin soyulurkenki hali var bidonun tabanında. Su varmış, giderken tuz gölleri bırakmış. Bir yaş dal olsa. Buldu biri. Dilinde acı. Dişleri yeşillendi. Güldü. Güldüler. Dalı kırıp kırıp attılar. Korkunca biri anasının akşam dayağından, gidecek oldu. Güneş bulutları biçti, kafasını çıkardı, tazelendi. Sonsuz maviye kaldırdılar kafalarını. Gözlerinde menevişler. Biri tırnaklarıyla göllerin kıyılarını çizerken diğeri başka dallar bulmaya gitti. Etrafında döndü, dönendi, bir koca kozalağa takıldı. Kapaklandığı çamurda boyuna nacak görmüş, biçimsiz çıta buldu. Döndü. Diğeri ağaçtaydı. Çıtayı fırlattı. Alt dala zıpladı, çöp kolları gergin, sıkıştırdı karnını, çıkardı kendini. Ötekinin dalına yeltendi. Aşığına tekme. Önce biri atladı, çok sonra diğeri. Havada inceden uğultu. Bidon tıngır mıngır bayır aşağı. Hızları bir. Nefeslerini rüzgar alır götürür. Köprüye varınca eğilip baktılar, çayla güreşen bidon. İndiler çay yanına, kenarı boyu koş babam koş. Batar, çıkar, çalkalanır, fışkırır, göğerir ki ne göğermek ufakların bakışına. Gel zaman git zaman yel, çay ve ciğerleri duruldu. Kirli beyaz oyuncak bir kayaya takıldı. Soyunmaya kaynadı içleri. Su soğuk mu baktılar. Soğuk. Don atlet kalıp bekleştiler biraz. Kavakların tepeleri titreşti. Işığı doğrayan yapraklar. Ufuk turuncusunu döktü. Gecenin ayak sesleri yaklaştı. Bir ayak suya girdi. Cesaret buldu. Bir ufak giyindi anasına koştu. Öteki sakin, suya palazlandı, yekten atıldı. Belki yüzme biliyordu. Başının suyunu sağa sola saçtı. Az debelendi, yuttuğunu su yüzüne gönderdi, yine yuttu. İki kere derin battı çıktı. Gözünü açıp da bidonu seçince gücünü topladı. Birkaç kulaç daha... Hasbelkader kayaya ulaşınca yosunlara tutundu. Dizi çizik, kızarık. Gök kapanınca akşama baktı: Bal gibi uyanık. Takırdayan dişleri yeli ısırdı durdu. Ayazdan ölecek kedi kadar ayırdındaydı ölümün. Düşünmeden karşılıyordu onu. Şu yana biraz yüzse?! Bacaklarını oynatamaz. Kayaya tırmanmaya da mecalsiz. Neden sonra göz kapakları ağırlaştı. Ayakları elleri gitti, takatinin kalanını beyaz bir ağrıya verdi. Kar suyu şevklendi, çalkalandı. Sesine dört kanat daldan fırladı, ötüşleri ıradı. Gözünün feri yiterken anasının sesi öteden onu buldu. Bidon ellerinden kaydı. Sonra gecede bir büyük ses daha...
(20.07.2013 - 03:17)
0 notes
bilalayberk-blog · 6 years
Text
Uzun Hikaye
Bir Ankara sabahı. Güneşsiz mi? Bilmem, belki. Yatağımda doğrulup, güneşliği çekip öğrenmeli miyim? Bir belki de ona. Belkiler dağılıyor kafamda. Uyuyakalacağımı anladım. Bilincimin derisi yüzülüyor.
Güneşsizmiş. Öğleye az kaldığını tahmin edebiliyorum ama içeride saat yedi aydınlığı var. Afyonum patlamayacak ayrıca gün boyu, şimdiden anlayabiliyorum. Perdeyi çekersem dışarıda akan hayata bir köşesinden dâhil olur muyum? Siz kimsiniz? Sakin olun. Evet böyle. Bugün kafamın içinin sakinleri de kalkıp kalkıp yatıyor. Sokağın seslerini de bir susturan olsa ya!
Bir saat sonra okula gitmek üzere çıkmalıyım evden. Evde kimse yok. Yalnız mı yaşıyorum ben? Çok şey söylenebilir. Neyse banyo şu tarafta… Alaturka tuvalet yorar, açar ve güne hazırlar insanı. Klozeti daha benden bulmam bundandır belki de. Yüzümü sabunlamalıyım. Diğer türlü akıp gitmiyor yağlar. Suyla ovuşturunca sanki yağlar gömülüyor yüzüme. Biraz da kilo sorunum var. Orta boylu sayılırım. İri kemikli, tıknaz denilebilecek bir tipim. E ama roman yazmıyoruz ya burada. Bir dakika! Ne yazıyorsunuz siz? Ne zamandır uyanıksınız? Ben uyurken de uyanıktınız belli ki. Uyuyor numarası yapan iç insancıkları da benden başkasına nasip olmazdı zaten. Kapatın şu kayıt cihazını! TC yasalarınca iznim olmadan iç seslerimi dahi kaydedemezsiniz! Sizin yasalarınız farklı mı? Anlatın biraz ne olur. Zaman kurşundan levha, göğsümü eziyor. Bakın, işte burayı.
İştahım kalamayacak kahvaltıya. Öğle yemeği de yiyemez. Hak etmedi ki! Okulda doyururum karnımı artık. Telefonum ya yorganla sevişmesi bitince yorulup uyumuş, ya da yatağın kenarından umut ediyorum ki başarısız bir intihar denemesi yapmıştır. Hayret, komodinde duruyor. Kapalı hem de. Türkçe kelimeler de aslında her zaman yazıldığı gibi okunmaz. Komidin deriz mesela genelde. Tatmin edici gelmedi mi? Yapacağım diye yazarız, yapıcam diye okuruz. Bu oldu mu? Olmadı mı?
Kaçta uyudum ben? Dünün gecesi var mıydı ki? Hatırlamakta güçlük bile çekmiyorum. Banane! Hanfendi merak etmiştir. Bana ulaşabilmeyi ne kadar umursadı acaba? Merak ediyorum bak bunu biraz. Tamam, rahatça kaydedin artık. Keyfim geldi yerine. Sevdiğini endişelendirmenin tuhaf hazzı damarlarımı esnetti. Kanımdaki o oranı artmıştır şimdi. O kim miymiş? Pek muteber. Adını söyleyemem, edebiyat tarihç... Aaah, neyse ne! O değil de, sen diyeyim. Sen seni hak ediyorsun. 3. tekil şahıs 2. kadar yakın değil 1. tekil şahsıma. Üç kazaktan hangisi? Şu! Pantolonlardan? Bol olanı olsun. Bacaklarım yağ bağladı. Telefonu nereye bıraktım ben! Derse gecikeceğim.
Pin kodu doğru. Yusuf mesaj atmış. Turkcell var bir de mesaj atan. Sekiz senedir düzenli ve düzeyli bir birlikteliğimin olduğu bir tek Turkcell var. Sen de mesaj atmışsın. Sadece bir tane mi? İki, üç, beş, altı..... On dört. Fena değil. Ooo on iki de cevapsız çağrı. Tatminkâr denebilir. Şimdi sana dönmezsem bana ne zaman dönersin acaba? Telefonumu açtığını öğrendin. Samimi merakın seni hemen bana ulaşmaya itmeli. Seni bu minik testlere tabii tutmayı düşünen, yer yer de tutan egomu aç köpekler yesin! Canım gece ne zaman uyudum bilmiyorum da yorgundum da özür dilerim de ee ne zaman nerde buluşuyoruz da bi ton tırı vırı.
***
Dolmuşta şoför yanı boş. Kitabım yanımda ama galiba midem bulanacak çünkü dolmuşa binmeden hemen önce sigara içtim. Okuyamayacağım muhtemelen. Yolda neler mi düşünüyorum? Anlattım aslında. Yani galiba. Ben miydim şu otobüs maceralarını anlatan? Sustunuz beyler!
Selamun aleyküm. Hacı napıyosun? Aleyküm selam. İyidir sen nabıyon? İyi işte. Dersin var mı? Var. Çıkışta görüşürüz o zaman. Belki. Olm görüşek lan. Satarım gibi hacı, eve gidesim var. Neyse haberleşiriz.
Dönüşte de şehir aynı şehir. Amma sıktın Ankara! Kar trafiği felç etsin. Trafik beni felç etsin. Ben içimdeki sesleri felç edeyim. Onlar da sana sövsün. Sen de susmasına susuyorsun da yaşattığın pisliğin haddi hesabı yok. Neyse eve gidip makarna yapayım.
Anne nerdesiniz, kimse yok evde? Biz birkaç gün gelmiyoruz oğlum anneannenlere gittik sen karnını doyurursun istersen teyzenl... Bla bla bla hede hede klişe klişe zabazup... Ha tamam anne, tamam anne, peki, peki oldu, oldu, hadi görüşürüz.
Telefonun sesini açayım da biri ararsa duyayım. Demek yalnızım birkaç güüün. Güzeeel! Tuzu idare eder, biraz da sosa katarım. Suyunu da çekti çekecek. Yalnızlığın keyfi de öyle. Sabahı görmez. Zaten yalnızlık, sahip olduğumuz ilk gün fazla oynanıp hevesimizi iyice aldığımız, sonra da canımızı sıkan bir oyuncak gibi. Ne laflar da edermişim! Sofrayı hemen toplamama hakkını veriyorum kendime. Hak ettim bu lüksü!
Salonda bıraktığım telefon çalıyor. Pek tanıdık gelmeyen melodisi boş evin duvarlarından bir kurşun gibi sekiyor. Bu melodi giderek ispirtoya batırılıp ateşe verilmiş bir kaygının iç büken hissine evriliyor. Büyük bir ihtimalle canlı kanlı bir şey, bir insan beni arayan. İç içe, birbirini açan belirsizlikler dizisi çok dişli bir testere olup insancıklarımın üstüne üstüne yürüyor. Arayanın üstünlüğü elinde tuttuğu bir taarruz var sanki ortada. Telefona cevap verince söz oyunlarıyla, hatır gönül kozuyla hiç yoktan arayanın bir işini üstlenebilirim. Sakin kafama iş, dertsiz başıma taş alabilirim. Kara haberin tez yayılışını deneyimleyebilirim. Bir zorunluluklar, klişeler, samimiyetsizlikler, sahte gülüşler üzülüşler, düzensiz nefes alış verişler ordusuna karşı mücadele vermeye çalışabilirim. Yersiz laflar edip rezil olduğumu düşünebilirim. Sonra amaaan olmadım ki derim. Ya olduysam derim. Bir sürü tatavayla kendi kendimi yerim. Biterim, bitince doğan yeni beni de yerim. Böylece içine bol limon sıkılmış puding tadında günler ve geceler yaşayabilirim. Telefonun yeşil düğmesine basmak, bol elemanlı bir bilinmezler kümesine açılan bir portaldan geçmek demek. Hali hazırda beynimin parmak uçlarıyla dokunabildiği son sınır arayanın beyninin parmak uçlarıyla daha ötelere çekilecektir. Hazırlıksız yakalanacak sinapslarım. Melodinin ses dalgaları karnımla göğsüm arasında da gösterir kendini örneğin. Kalbimin alt ucundan karın altı öbek öbek yağ dokularıma yürüyen hareket dalgası. Açmasam ayıp eder miyim? Açmamak için en iyi sebebim canımın öyle istemesiyse bu hem iyi hem kötüdür. Dür mü?! Peh! Kendiyle konuşurken insan tanım cümleleri kurmaz. Peh der mi? Ben bazen derim. Siz? Biz de deriz paşam.
Telefonu açmadım. Sessize almak, kendimi kafamdaki sorgu odalarından birine aldığımda tanıştığım, yoğunlaşırsa vicdan azabına dönüşebilecek renksiz hissin çıkıntılarını törpülerdi. Bunu, içime kapanık geçirdiğim çocukluğum boyunca sayısız kere tecrübe etmiştim. Telefonu yüz üstü bırakmak da aynı hissi yontmuştu işte. Ama en iyisi elektriğin kesilmesi oldu. İlçedeki neredeyse her bir ev geceyi birer yorgan gibi üzerine çekti. Jeneratörsüz çoğunluk ateş öncesi çağlara döndü. Mumu yakan kibritin kükürtlü dumanı ve birkaç nefeslik tarih de ciğerime dolmaya başladı. Sen de mesaj atmadın ya, yalnızlık kikirdiyor.
Siyah bir uyku cazibesini arttırdı böylece. Evde tek olmanın tadı ne de çabuk sönüp gitti. Adlandırılmamış korkular ve züppe kaygılar yakınlaşınca kalbe yarayan duygulara üvey evlat muamelesi yapıyor beyin. Yorgan elle tutulup gözle görülenin vurdusundan kırdısından uzaklaştırıyor insanı ama bu korku ve kaygıları altına buyur ediyor işte. Derim de aynı misafirperverlikte. Şu büyüklerinin küçükleri yutarak devleşmesiyle tekleşen korkuları beklemek yıpratıyor insanı. Ömürden ömür böyle çalınıyor. Yine de sonu uyku değil mi? Uyku korkuyu yutar, rüyayla da varlığıma kusar. Yarın cumartesi. Yapmam gereken hiçbir şey yok. Zaman gelmez bile bana. Kalkmaz yatağından. Hayat yönetmenimce silinmiş sahnelerden biri olabilir yarının tamamı.
***
Yarın oldu. Gelecek demin vardı şimdi yok. Deminki gelecek yani. Şimdinin geleceği de şimdi öğütülüyor. Geçmiş de birazı arıtılan toksik gelecekler deposu. Her şey şimdi olur. An akışkan. Herkes dalgasında. Sörf yapıyoruz yani. Aksiyon potansiyelinin hemen hemen değişmeyen tepe noktasında oluyor olan. Olmayan da yine aynı yerde olmuyor. Olmayanı konuşmak onu sahip olmadığı bir biçime sokuyor. Faniliğin beni sokamadığı biçimime. Seni çok seviyorum. Tüm bunlar sana bağlanıyor. Neredeyse varlığım senden fışkırıyor. Uyandım, uyku mahmur, biraz daha diyor, uyumaya üşeniyorum.
Yusuf mesaj atmış, şehrin zıkkımına çağırıyor. Galiba gitmek istemiyorum. Hiç işim olmaz gibi. Eve çağırıyorum onu. "Kırsal" yaptırıyor bunu bana. Otun bokun yoksunluğu tomurcuklanmış bu sabah bir de, üstünde çiğ damlaları. Kısmi zamanlı münzevilik tam zamanlı yalnızlıktan evla. Takılır mıyız? Takılırız. Annenler yok değil mi? Hacı gel sen, meyve suyu var, cips de alırız.
Ağızlara dolanmış, herkesçe söylenegelmiş, anlamları çoğumuzca tazeliğini yitirmiş şarkılar var ya hani. Hah işte şimdilerde bende insanların bu şarkıları ilk dinleyişlerinde yaşadığı bakir hislere tekabül eden hisler büyüyor. Yokluğun ayarlarımla oynuyor ya ondan. Ferdi Tayfur “Ben de özledim!” deyince ben “Evet, evet, ben de ben de!” diyorum. “Ağlattın Ankaralı’yı vefasız!” diyor Angaralı’nın biri. Kendi kendime “Tam Angaralı değilim, sen de vefasız değilsin. Ayrıca ağlamadım da ama ağlayabilirdim de!” diyorum.
Öykülerde seni başka bir isimin arkasına gizleme fikrim, sadakat yönetimine bağlı muhafız birliğimce doğduğu an katledildi. Bu yüzden şimdilik romanların konusunu dahi açmıyorum içime. İlk siz duydunuz yani, şanslı hergeleler!
Saat dört yirmi dört. Yusuf geldi. Elleri boş. Ölçülü bir heyecan ve beklenti içinde gibi duruyor. Bu kadar yolu geldiği için tepkili ama bu tepkisini yönlendirebileceği bir adres yok. Eğlenebilme umutlarının suya düşme ihtimalinin kıymıkları ona batanlar. En iyisi hiç karışmamak.
Sigara var mı? Üç dal kaldı. Birazdan inip alalım. Tamam hacı. Canın niye sıkkın senin? Yok ya bi şey yok iyiyim. Tam anlatılacak ortam ama ha! Hacı, Plüton niye gezegenlikten çıkarıldı ya? Şaka şaka, Hatice'nin telefonu dünden beri kapalı.
Yusuf evlere şenlik biri. Herkesin sahip olmak isteyeceği türden bir arkadaş. Övgüyü de yergiyi de abartmaz. Kararlarınıza katılmasa da özellikle ucu kendisine dokunmuyorsa arkanızda olan tiplerden yani… Zekası nispetince çıkarcı, gerektikçe yalancı, sık sık işgüzar, konjonktür emrederse kaypak… Gülme, senden çok da farklı olamaz. Onaylar, rahatlatır, yük olmaz. Bu konuda farklı olabilir.
“Kavga mı ettiniz?” diyorum. Gözlerini eğiyor. Şimdi siz gözlerini eğmesine anlamlar yüklediniz. Çoğunuz kavga ettikleri sonucunu çıkardı. Birazdan anlatır olan biteni diyorsunuz içinizden. Bir kısmınız ondaki suçluluk duygusuna odaklandı. Böyle bir duygunun varlığından emin miyiz? Bu duygu varsa, bir duygudan çok duygu paketidir. Seviyor demektir onu, önemsiyor demektir Hatice’nin hislerini. Üzgündür de. Anlatmak istemiyor gibi de durmuyor mu sanki? Sıkılganlık sarmış yüzünü. Tabii işler böyleyse. Yalnız bir dakika, anlatmayı unuttum. Ruhuma bürünmüş bir şey var. Gözlerimdeki bir sağanağı fırsat bilmiş, mazgallarımdan girip akmış ruhumun yaşadığı yere doğru. En azından sonradan bana söylediği buydu. Kendini kamufle etmiş zorlanmadan. Şimdi de kozasını yırtmak istiyor gibi. Yardımcı olmak istiyorum ona. Biraz sinirliyim yine de. Yalnızlığıma fazla alışmışım. Sonuçta benden bir karakter çıkıyor, satırların arasına karışıyor. Adımı kullanmayacağından emin olamıyorum. Yazının ana karakteri olur belki. Ben kefil olamam ona. Neyse ki içimdeki sesleri de alıyor işte giderken. Giderek yazarlaşıyorum böylece. Sayfalardan sıyrılıp yerimi ona devrediyorum. Anlatıcı ve gözlemci oluyorum. Birlikte röntgenleyeceğiz bu yeni karakterle ilgili olan biteni. Kim bilir, belki bazılarınız ikimiz arasında bir fark göremeyecek. Ve kim bilir, belki de gerçekten de bir fark yoktur. Ben böyle konuşurken yeni birinci tekil şahıs olma işlemlerini tamamlamış o. Yine de o odur. Benliğimin bir elementi.
Anlatılan, düşünülen ve hissedileni kopyalamanın yakınından bile geçmiyor. Düşünülen ve hissedilen şeylerdeki belirsizlik ve şekilsizlik harflerin şekilleriyle bile ister istemez, bir kalıba giriyor. Bakışlar, mimikler, beden dili ise hiç de ufak anlatım birimleri değil. Tek kelimelik anlam barındırmıyor hiçbir bakış. Olan, bu hacimli anlam öbekleri taşıyan vasıtalarla da olduğu gibi aktarılamaz. Fazla sarsıcı olmayan bir rüyayı anımsatır çoğu düşünülen. Kaç kişi yazabilmiş bir rüyayı hakkınca? Resmeden, şarkısını yapabilen var mı? Ayrıca içimizdekiler sürekli bir devinim halindedir. Gerektiğinde çok kısa vadelerde, iç ateşlemelerle güncellenen, kendilerine eklentiler ve kendilerinden çıkarmalar yapabilen, en azından zihinlerde doğru imgeyi uyandıracak görselliğe ve yansıttığı özün yankısı olabilecek seslere sahip kelimelere ihtiyaç duyarız. Fakat insanoğlu henüz böyle kelimelerle tanışmış değil.
Ya içimizdeki boşlukları nasıl anlatalım? Bir boşluğun şeklini bazen, etrafındaki her şeyi doldurarak kavrarız. Yok etmek istiyorsak da onu, böylece baskı uygulamış oluruz. Baloncuk böyle patlar. Özlemin boşluğunu örneğin, arkadaşlarımızın bizi omzumuzdan şöyle bir kavramaları çepeçevre sarar ve sıkıştırır. Bir çıkmazda olduğu kilometrelerce öteden de anlaşılabilecek olan Yusuf’un da tam olarak buna ihtiyacı varmış gibi görünüyor.
Hatice ile takılmaya başlayalı daha ne kadar oldu ki Yusuf? İki ay oldu mu? Ama belli, işler ilerlemiş. Böyle kafaya takmazdın yoksa sen. (Bu arada Yusuf’un yüzü, bir derdi olduğunu hissettirdiği an bundan pişmanlık duyan insanın yüz ifadesine büründü.) Neyse, ne oldu?
Salı günü, biliyorsun, okul çıkışı buluşacaktık. Buluşmadan sonra eve gitmem gerekiyordu. Zaman sıkıntım vardı yani hacı. Hatice’ye de söyledim bunu. İkimiz de bayağı heyecanlıydık. Geçen hafta görüştük ya Beşevler’de, gayet iyidi bana karşı. Durumlar harbi harbi iyiye gidecek gibiydi yani. Neyse buluşacağımız saatten çok sonra geldi bu, makyajıyla uğraşmış. Hacı kız adıma kayıtlı, tescilli sevgilim olsa doğrudan söylerim ama henüz öyle bir şey yok. E elden kaçırmak da istemiyorum, ipleri eline versem sonradan tepeme çıkabilir, o yüzden çok beklettiğini ima ettim. Olan oldu. Buluşma zoraki oldu, ayıp olmasın diye gittik yani mekâna. İlişkinin temelleri ayıp olmasın diye atılır gibi oldu. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Şimdi iyiyim gerçi ama kızı eve bıraktıktan hemen sonra acayip canım sıkıldı. Yani haklıydım da aslında ama keşke hiç ima bile etmeseydim. Sinirimi boşaltacak kalibrede küfür bulamadım diyeyim sen anla artık halimi.
“Anladım hacı…” diyordum ki karanlık sözümü kesti, elektrikler kesildi. Yusuf odama geçti. Ben dünkü mumu klozetin yanında buldum.  Getirip bilgisayar masasının köşesine koydum. Odanın loşluğunda kısa bir süre göz göze geldik. Gözlerimizi kaçırmaya çalışmanın huzursuzluğu geldi oturdu yanımıza. Samimi arkadaşlarıyla da bu anlamsız –belki de aksine çok anlamlıdır- sıkıntıyı yaşayabiliyor insan. Bazen birinin yalnızca yanımda olmasını istiyorum. Hiçbir şey yapmadan, biblo gibi dursun diyorum. Nedense hareketleri, sözleri batıyor bana. Hareketlerinin, sözlerinin batıyor olması da ayrıca batıyor. Rahatsız olma girdabının dibini boylayacağımı düşündüğüm anlardan geçiyorum. Şimdi de öyle bir anlar geçidi olabilirdi ki her nasılsa benim için mutat olmayan bir şekilde kontrolü ele aldım. Neyse ben bir yiyecek bir şeyler getireyim hacı diyebildim.
Abur cubur faslı tüm geceye yayıldı. Bilgisayarın faresi, yatak örtüsü, masa, komodin ve elimde evirip çevirip her nasılsa iki sayfa okuyup eski yerine attığım kitabın yetmiş yedinci sayfasının kenarı domuz yağı barındırmadığı söylenen bir yağ kokteyliyle tanıştı. Ertesi gün öğleye doğru bardak diplerindeki kolaların cansız bedenleri bulundu. Kekler bir klinikteki eski ayların dergileri gibi ilgiye muhtaç kalmıştı. Hatice meselesinin üstü örtüldü. Ben kulaktan ibaret kaldım. Yusuf açık ağız oldu, Hatice kapalı. Açmadı telefonunu kız ve biz bunu düşünmüyormuş gibi yaptık. Belki de onun düşünmüyormuş gibi yapmasına gerek yoktu. Belki de gerçekten fazla zorlanmadan aklından çıkarabiliyordu. Yusuf bir başkasıydı. Benden farklıydı. Ya da ben onun müstakbel endişelerini yersiz, vakitsiz ve istemsizce yükleniyordum. Ne olursa olsun, Yusuf salonun ayazında görünürde bebekler gibi uyurken, ben dört seni, bir Hatice'yi düşünüyordum.
Uyumak üzereydim ki mesajını aldım. Şu malum konuşmaları yaptık. Kuvvetli hafızan hatırlatamıyorsa tarih ve saat belli, telefonundan bakabilirsin. Yalnız ben bunları sadece sana mı anlatıyorum? Niye yalnız seni muhatap aldım ki şimdi? Dinleyen yok mu beni? İn cin cirit atıyor ortalıkta. Tüh, ben de onlarla çift kale maça gelmiştim, ben tek siz hepiniz hesabı. Ayarlarım bozulmuş, uyumalıyım.
***
Saat dokuz olmuş. Bir parça daha uyku fena olmaz. Her yeni gün, bu kadarcık saygıyı hak eder. Gün demişken... Bana kalırsa bir günün temposu en azından güneş batana kadar artmalı ve yeni bir gün insanın bedenini ve ruhunu, en azından ikisinden birini harekete geçirmeye çalışmalı. Kişiyi hayata dâhil etme enerjisi öğleye doğru pik yapan ve ardından düşüşe geçen bir gün kaybedilmiştir, böyle bir günün gecesinin üzerine düşmeye de pek gerek yoktur. Bu pazar da böyle günlerden biriydi. Güneş erkenden çıkıp gitse dur diyen olmazdı. Yusuf da nezaketen biraz daha kaldı. Binanın çıkış kapısına kadar uğurladım onu. Fazlası içimden gelmedi. Kısa süren bir uyku-uyanıklık arası halimle salonun aralık kapısından göz ucuyla bakınca gördüm. Hatice'den sabaha karşı mesaj aldı ama Yusuf bilmem neden, bunu benden gizlemek istiyordu. İşte şimdi de kendi hayatını benimkinden sıyırıyordu. Evden uzaklaşırken kader çizgilerimizin zaman ve mekân kesişimleri de şimdilik sonlanıyordu.
Misafirim gittikten sonra evin sessizliği yatıya kalmaya geldi. Her odaya ayrı ayrı bağdaş kurdu kuruldu, gri bakışlarını üzerime dikti. Gözlerimi kaçırıp pencereden bakınca şımarık yeniyetme öğle güneşiyle göz göze geldim. Beğenmez bir edayla beni görmezden gelip perdesini çekti. Saat daha on iki bile olmamıştı. İçim dışım karardı ama bu benim suçum değil. Fark eder mi? Belki.
Ne kadar olduğunu anlayamadığım bir kayıp zamanı işaret ediyor şakağımın içinde bir hakem. Pencerenin önündeyim hala. Gözümün önünde karartılmış bir sahneden, eski akşamüstlerimden birkaç saniye süreyle yanıp sönmeye başladı. Kalbi durduktan sonra yeniden atmaya başlayan insanın hayata dönüş sinyalleri verişi gibi bu. Şuursuzluğun muğlâk sınırından şuura geçmeyi başaran ilk mülteci sinaptik oluşumların, isimlendirilebilir, tasnif edilebilir bir hal almalarını, fikirleşmelerini sevinç çığlıklarıyla kutlaması. Zamana bir nebze, mekâna kesinkes oryante oluşum. Saat deminden sonra, mekân aynı mekân... Aklımda, artık iyice yakınlaşmış akşamla eflatunu kararan kadife perdeleri ilahi dokunuşlarla dalgalandıran yaz rüzgârı ve çokça peteklerinin dışında yer yer gri boya damlaları seçilen, içinde dev bir kazandan çaplı borularla gelen kaynar suyun çalkalandığı kaloriferlerin, kısmen de sarısı bol ampullerin havaya yaydığı neredeyse turuncu sıcaklığın kucağında sallanan, yedi yıllık kalbimce hakikatı mutlak çekirdek aile saadeti…
Şimdi bu pazar gününün ahir ömründe yanımda yöremde kimse yok ama sen herkesten daha çok yoksun. Tek başınalığın mistisizmi, hoparlörlerden sızan uzak doğu enstrümanlarının dinginleştirici sesleriyle katmerleşiyor. Ama en çok da senin sesin çıkıyor. Pamuk helva istiyorsun. Sonra düşük hacimli elektrikli süpürge sesi… Annem benim için havadan hafif lüzumsuz bir endişe bırakıyor göğe, birileri annemi kolundan tutup hayata çekiyor. Yeniden sen beliriyorsun, arka fonunda belli başlı dünya şehirlerinin fotoğrafları yalnızca varlıklarını algılayabileceğim kadar kısa süreli bulunuyorlar. Alt ve üst dudağının birleştiği yerlerden iki yana çizgiler uzuyor. Gözlerinin içinde sonsuz küçüklükte, sonsuz sayıda köpükler. Göz çukurlarında mikro sarsıntılar, kirpiklerin titriyor, kaşlarının altındaki deri dalgalanmış, göz bebeklerinin gözleri doluyor. Mutluluktan ağlak mısın? Sonra ağzından konuşma bulutları çıkıyor. Hayır, endişelisin, beni bir şeylere karşı uyarmak mı istiyorsun?! Seçemiyorum kelimelerini. Bir isim söylüyorsun. Bu dünyalık bir isim değil gibi. Bu dünyanın diliyle konuşmadığından da bir şekilde emin oluyorum. Birde Hatice çıkıyor ortaya ve arkandan yaklaşıyor. Sonra da seni sinsice bir efsunla çekiyor ve şimdi saydam kanatlarınla yükselmiş olduğun yerden düşürüyor. Daha fazla görüntü istemiyorum. Birden onu bir çocuk, senin elini tutarken görüyorum. İçeri çok sıcak olunca kombiyi kapat diyor annem. İlk nefesimi alıyormuşum gibi ciğerlerim yanıyor. Az sonra kendimi klozette buluyorum. Bir doğal afetin ilk şokunu atlattıktan sonra acı gerçeği daha etraflıca anlayan insanlara benziyorum. Hayal meyal ışığı açıyorum. Saat sıfır iki sıfır dokuz. Yıllardır yıkanmamış bir meczup gibi koktuğumu sanıyorum. Telefonu açıyorum. Yusuf'tan dört cevapsız arama bir de mesaj var: Hatice’ye gece araba çarpmış, bacağında çok kan kaybı var. Kendinde değil. Ailesine haber veremedik. Ev arkadaşıyla başında bekliyoruz. Atla taksiye İbn-i Sina acile gel.
***
Taksiyle onca yolu gidebilecek kadar param yok. Aklıma komşudan borç istemek geliyor. Olağan olmayan durumlarda olağan olmayan çözümler aramakta beis olmasa gerek. Yola çıkmadan düşünmem gerekenleri odamda volta atarak düşünürken yoluma ilk çıkan şeyleri giyiyorum. Kapıyı yavaşça kilitledikten dört saniye sonra sağ elim zile basıyor.
Çok özür dilerim Mehmet abi, arkadaşım kaza geçirmiş, hastaneye gitmem lazım. Param yok sabahı da bekleyemem, biraz borç verir misiniz? Altı dakika sonra Mehmet abi sarı ışığın yanmasını beklerken bir yandan gözlerini ovuşturuyor bir yandan da soruyor: Kızın ailesine niye haber vermemişler?
Mehmet abi uykusuna kaldığı yerden devam etmek üzere evine yollanıyor. Yardımı için teşekkür etmek mi zor daha fazla yardım etmesine gerek olmadığına ikna etmek mi bilemiyorum. Yusuf’u arayıp geldiğimi söylüyorum. Sesindeki kaza sonrası kaporta ezikliğini gizlemek için çabalamıyor bile. Gelip beni alacağını söylüyor. Rahat bulamazmışım odayı. Onu beklerken hasta yakınlarının gerginlikleri sıçrıyor düşünceme. Gamsızlığım göze, en azından gönle batıyor. Ortak duygu içime faşizan bir tutumla yaklaşıyor. Biraz ilerde beklesem iyi olacak.
"Acil girişinde sıradan ve dikkatsiz gözlere hiçbir şeyden haberi olmayan rastgeleliklerin ürünü bir kargaşa ortamı gibi görünen tablonun özünde alternatif eylem planlarıyla desteklenmiş azami derecede işlerliği olan bir düzeni barındırdığı olan biteni yeterince izleyince anlaşılıyor." Bu cümleler bana tanıdık geliyor. Kızın bir an başını çevirmesini fırsat bilip eğilip kitabın kapağında yazan isme bakıyorum: Stajyere Soran Yok!
Yusuf ilk bakışta, tohumundan çıkışı kısa, toprağını yarışı ise daha da kısa süre önce gerçekleşmiş, yeryüzünde olan biteni kavramak için kendisine süre tanıyan, zincirlerinden yeni kurtulmuş bir mahkûm heyecanıyla filizlenmeden önce mola vermiş bir bitkinin durumunda gibi görünüyor. Evvela kafasındaki dağınıklığı toplaması gerekiyor. Sonrası kolay olur zaten. Yapması gerekenleri sıraya koyabileceğini biliyorum. Biraz konuşuyoruz ve sanki beni bunun tersine ikna etmek istiyor. Halinde bir yapmacık seziyorum. Sanki içten içe sandığımdan daha kötü olduğunu düşünmemi arzuluyor. Sizi bilmem ama ben yüzünde eğreti duran bu rahatsız edici anlatımı pek hayra alamet görmüyorum. Yine de dostane davranma gayretindeyim. Değil mi ki buraya kadar geldim, istesem de istemesem de acısının muhatabıyım artık. Kara gün dostu payesini de almış bulunmaktayım. Kim sokuyor bunları aklıma?! Her kimsen, açık verdirme bari bana.
Dışarı çıkıyoruz. Şimdilik titreyerek beklemekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Kendilerini klasikleşmekten kurtarmaya çabalarken sevimsizleşen teselli edici ifadeler dökülüyor ağzımdan. Sonra susuyoruz. Titremelerimizin ne kadarı soğuktan, ne kadarı stresten diye sorarken buluyorum kendimi. Cevabından korkacağımı kuvvetli bir sezgiyle bildiğim bir soru bu. Hangi zorlu psikolojik koşullar kişinin duyusal algılama kabiliyetini zayıflatabilir ya da toptan askıya alabilir? Vücut buna kolay izin vermiyor. Yani hissizleşmek için, üşümemek, işememek, acıkmamak için sağlam bir travmatik duruma ihtiyaç var. Hayatta kalma adına sürdürdüğümüz bedensel yönelimlerin davranış hiyerarşimizdeki yeri çok yüksekte. Bir nevi aristokrasi ile yönetilmekteyiz. Yüzüne, salınışına bahar bulaşmış. İç edebiyatımda işte böyle paragrafın akışını bozan cümleler de kuruyorum. Kalbimin akışına kayıtsız kalamıyorum. Tekrar düşününce, bu aristokraside duygular da birkaç koltuk kapmıştır. Yusuf’un gözleri durduruyor beni. “Hacı unutma, huzurunda el pençe divan durulması icap eden, düşünce okuyan bir ihtiyar acı var.” cümlesini taşıyorlar bana sanki oturdukları oyukların arkasından. “Zaten ancak gözlerin kurabilir böyle bir cümleyi lan!”
Yeni gün yolda, gece uyanması için dürtüyor güneşi. Satıcıları ve müşterileri bir bir dağıldıktan sonra ölen bir pazar yeri görüntüsü var görüş alanımda. Elbette ki çöpler ve kediler var. Caddelerde hemen hemen hiç hareket yok. Şehrin ruhu yatağında dönüyor. Birazdan büsbütün uyanacağını bilmenin sıkıntısıyla uyumaya zorluyor kendini. Ankara her zamankinden de çirkin ama buna da göz yummalıyım. Yummalı mıyım? Bu şehrin insanı ortak bir iradeyle yumuyor. Ankara’yı bilmezse gönül derdi ne anlar?! Neyse bu mevzuyu sonra düşünürüz. Evet, sen de düşüneceksin sayın beni çoğullayan.
“Sigara var mı?” diyorum. Şimdiye kadar yakmayı akıl edemememizi garipsiyoruz beraber. İlk nefesi çekerken her çakmak gibi gazını nazlı veren çakmağıma bakıyorum. Biraz uzun bakmış olmalıyım ki Yusuf elimden alıyor. Uzun uzun sıkılıyoruz. Eve gitmek istediğimi derinden hissediyorum. Gitmemin ne kadar etik olacağı üzerine düşünecek oluyorum ama bunu istemiyorum. Bir saat içinde evimin yakınından yola koyulmuş olan günün Yıldızevler-Sıhhiye hattındaki ilk dolmuşu geçecek buradan. İçindeki herkes uykusuz, herkes huzursuz, tatsız tuzsuz ve saire olacak. Onlar günle kavgaya başlayacak, ben uyuyup bilinçaltımın sergisine katılacağım.
Refakatçi kartı çıkarman gerekebilir. Bir bakalım hele durumu ne olacak. Hacı olan biteni haber verirsin o zaman, benim dolmuş geliyor, öğleden sonra gelirim yine. Tamam hacı sağol, git sen. Hadi görüşürüz. Görüşürüz.
***
Anahtar kilit içindeki dönüşünü tamamlar tamamlamaz kapıya yüklendim. Miadını doldurduğu an parçalanan araba, kaslarında biriken zehirli kimyasallar bir ölümlük olduğunda aniden çatlayan araba gibiydim; odam ile kapı arasındaki birkaç metreyi kat edene, yorganın altına girene kadar ufalandıkça ufalandım, yüklerimi boşalttım. Anlaması zor bir biçimde, ufukta uyku yok. Çok uykusu varken uyuyamayan insana ne buyrulur? Kaymaklarını ve sulu kısımlarını ayırıp bir kâse yoğurt yiyorum. Uyku on dakika kadar sonra, geciktiği için özürler dileyerek, bir sürat teknesine binmiş vaziyette, yerle göğün arasından çıkıp geliyor.
Saat ikiye geliyor. Ben sabahın altısında kaldım. Sekiz saat “puff” buharlaşıp uçtu ömrümden.  Geceki rüyamın iyi kötü çıkmış olmasını büyütmemeye çalışıyorum. Telefon bir şekilde elime geçmiş. Yusuf, Hatice’nin hayati tehlikeyi atlattığını, ona refakatçi olacağını yazmış. İkimiz olalım mı, gelir misin demiş bir de. Hem yanında olmak, hem yalnızlığımı yalnız bırakmak, hem de verimsiz düşünme çilesinden kurtulmak niyetiyle iki üç saat içinde geleceğimi yazıyorum.
Şoför yanında oturmuş, dolmuşun sağ aynasına bezgin bakışlar gönderiyorum. Belirsiz aralıklarla, yüzümün aldığı iç açıcı olmayan halleri arkadakiler görüyor mu diye de kendi kendime gözcülük yapıyorum. Kırmızılara yakalanmadan geçebildiğimize sevinirken, önce böyle şeylere sevinmenin sırası olmadığını, sonra da sevinmenin şartı olmaması gerektiğini düşünüyor, bir yandan da yüzümün aldığı şekilleri inceliyorum.
Bu refakat işi nasıl olacak Yusuf? Hani sonuçta bir genç kızın yattığı yerde kalamayız yani, bi de iki kişi. Hacı ben şu bitişikteki odanın boş olduğunu görünce Tarık beyle konuştum. Kızın ailesine haber vermedik dedim, durumun hassasiyetini anlayışla karşılamanızı rica ediyorum falan filan dedim işte bir şeyler. Adam zaten sağ olsun, daha önce de özel oda ayarladı. Hacı yani kız bacaktan yaralı olunca, kimse görsün istemiyor insan. Pansumanı ayrı, bakımı şusu busu ayrı. En az yirmi gün kalacakmış burada, kesik derin hacı. Sonra da Allah bilir ne kadar zamanda iyileşir tam?! Sinirlerde de zedelenme var, his kaybı varmış. Israrla o da, anneme babama söylemeyin diyor. Bu kadar zaman bu durumu nasıl çaktırmayacağız hiç bilmiyorum valla. Var mı sende sigara? Yok hacı bende ne gezer, senin kafa uçmuş iyice. Ya işte evet, şuradan montumu versene bi.
İkimiz de tütünün acısı boğazlarımıza yayılmış halde, hesapsız kereler olduğu gibi şu zıkkımı içmenin anlamsızlığına kafa yoruyor gibiyken iri ve biçimsiz taneleriyle kar teşrif ediyor semadan yeryüzüne. Tasvirleri yüceltmeyin ama hemen siz de hayal âleminizde. Hepi topu Ankara’nın çamuruna katkıda bulunmaya geliyor meleklerinin kıymetlileri.
Hatice ile merhaba merhaba kıvamında bir ilişkimiz var. Ele güne karşı sergilediği gülüşleri standardize etmiş her normal gelişmiş insanoğlu gibi, birkaç kez kantinde, okulun bahçesinde ve şehrin ismi lazım olmayan muhtelif yerlerinde modern modern anlık tebessümleştik. Yusuf? Yusuuuuf? İyi iyi, duymuyorsun bunları. Kıyısından köşesinden edebi sayılabilecek cümleleri sen kendince anlarsın. Kızamam da sana. İç seslerim bunlar benim, ya da ben bir iç sesim. Bir iç sesi yalnızca sahibinin duyuyor oluşu… Bazılarımız bununla kendilerine özellik atfederek bir yerlerini kabartıyor. Trajikomik, bu kesin, ama daha çok trajik mi yoksa komik mi onu bendeniz cevaplayamıyorum. Şöyle bir düşününce de… Eee, bazı âdemoğulları bu büyük yanılgının ruhuna uyarak bencilliklerini büyüklük iddiasına, onu da kendilerini peygamberleştirme ya da ilahlaştırma boyutuna taşımadılar mı? Böyle böyle kitleleri göksel ya da türlü mistik güçlerce seçildikleri safsatasına inandırıp onların afyonu olmadılar mı binlerce yıldır?
İç sesler yeterince sıcak bir yaz günü herkes sahilde ya da denizde eğlenirken ara sıra kafalarını su yüzüne çıkarınca gördüklerini kendi aralarında yorumlayan kafa dengi balıklardır. Roman karakterlerinin hammaddesidir. Bir sinema enstrümanıdır. Fonetiğine dair çok şey söylenemez, notaları forte dışıdır. Evrenin algıya aksiyle ilgili fikir beyan etmeye hazır, parmakları havada söz almayı bekleyen öğrencilerdir. Deli saçmasıdır bunlar, hepten bilinmezliğin hizmetindedir. Şu hunili deliler yani, canlı kanlı… Bu sesler lego parçalarıdır. Eğer başarırlarsa uyumlu birliktelikleri, zekâ ürünü olduklarını düşündürür. Bir araya gelir sözleşir, sonra cümleleşir ve nihayet ağzı açıp sıvışırlar. İşlenmiş iç sesler, beyin kıvrımlarının en klasik çıktılarındandır. Varlığın ve yokluğun sınırlayıcılığı altında, yoktan var edenin aşkınlığının bahçesinde eşyanın sırlarına ermekle iştigal ederler.
Yarı uzanmış vaziyette Hatice. Biraz daha doğrulmaya çalışıyor. Muhatabıyla arasındaki mesafenin bilincinde bir tavra bürünüyor. Olduğumuzdan fazla samimi görünmenin âlemi yok mesajını gönderiyor bana ve bu mesajı aldığımı da belli etmemi istiyor. Gizlemeye çalışmadığı yapmacıklığı ve belirgin bir çabayla delici hale getirdiği bakışlarından bunu anlıyorum. Olması icap eden diyalogumuzu tamamladıktan sonra birkaç saniye bakışıyoruz. Yüzünde ter izleri, gergin kaslar, titreşimler, iki gün öncesinin dehşetine dair anılar var. Yusuf’un yüzünde izlerini gördüğüm bir tür sıkıntının doğum yerinin bu yüz olduğunu düşündüren bir izlenim de ediniyorum. Geçen geceyle ilgili bilinmezlikler kapağı açılan tencereden çıkan buhar gibi yüzüme hücum ediyor. Oluşan bu manzaranın bir yerinden, ardındaki esas düşünceyi git gide gözler önüne serecekmiş gibi görünmesiyle fazla canlı bir eskizi andıran dağınık kanaat öncülleri gelerek görüş alanıma geliyor. Bilmediğimi bildiğim bir şeyler var ve aklıma geldi, söyleyeyim: Senin bu yazıda fazla yerin yok.
***
Odaya girdik ve birkaç haftadır kullanılmadığını tahmin ettiğim odamızın kapısının altından ışık sızdı bir kere, dikkatleri üzerimize çektik yani. Ellerinde idrar ya da serum torbaları, ihram misali tek parça, çoğu yeşil mavi ya da beyaz kıyafetleriyle ya da sadece pijamalarıyla koridorda ayaklarını sürüye sürüye volta atan hastalar meraklarının boyunlarına taktığı ipin peşi sıra, çoğunlukla kapıyı tıklatmadan, içeri giriyor. Birkaç cümlelik konuşmayı kapıya yakın yataktaki Yusuf üstlenmiş durumda. Genel olarak tanışma faslının ardından geçmiş olsun dileklerimiz ve onlardan da özür beyanları geliyor. Bazılarıysa sanki hiç girmemişler gibi tek kelime etmeden çıkıyor.
Görünen o ki refakatçilere özel bir oda tahsis edilmesi rutin değil, hatta oldukça az görülen bir durum. Bulunduğumuz kattaki yatalak hastaların –artık o çok direndikleri ölümün kokusu ruhlarına kadar sinmiş birkaçı hariç- öyle uzun yıllardır burada olmadıklarını anlamaksa bir bakışlık iş. Yemek dağıtımından sorumlu personel hastalara özel diyetlerin yer aldığı kâğıt elinde yanlışlıkla iki kere, diyetisyen ve hasta bakıcıysa birer kere uğruyor.
Koridoru yakınlarına telefonda sızlandıktan sonra yanlarındaki hasta arkadaşlarıyla gevezelik eden hastaların sesleri dolduruyor. Durumu anlatacak birilerini bulmak için odadan çıktığımı gören orta yaşlı üç kadın ve iki dede bakışlarını kısa süreliğine üzerime çevirdikten sonra ufaktan topuklamaya başlıyor. Amacımı anladıklarını ve tekrar gelmemelerini umarak odaya dönüyorum.
Bu hastaların birbirlerinden rahatsız olmadığını düşünmek hayalcilik olur. Fakat Türkiye’de yaşıyoruz ve “böyle gelmiş böyle gider” anlayışı davranışlarımız üzerinde söz sahibi olan en egemen güçlerden biri ne de olsa. Konuşmamız gereken yerde susmayı çok iyi biliriz. Hak ettiğinin peşinde koşanın bu yaptığı, sızlanmak ve şikâyetçi olmak gibi algılanır ve ayıplanır. Bu sebeple çoğu zaman tabiri caizse mazlum, karşısında daha fazla zalim bulur. Tahammülün boyutunu şaşırır, tepemize çıkana çıt çıkarmayız. Kimin ne zaman ne şekilde hoşgörüye layık olduğunu bilmeyiz ve çoğu zaman sorgulamayız da. Merhametlerimizin ve iyi niyetlerimizin kurbanı olarak hem kendimize hem de bazen başkalarına verdiğimiz zararlarla cennetteki yerimizi sağlamlaştırdığımıza üstü örtük ve derin bir inançla, çaktırmadan inanırız.
Yusuf, birlikte ikinci sigara içişimiz sonrasında uyuyakalmışa benziyordu. Erken yenen, kalorisi düşük, yani tatsız tuzsuz bir akşam yemeği sonrası gözlerimi koyulaşan başkent semalarında gezdiriyordum. Şehre hâkim sayılabilecek bir tepeye yapılmış bu eski hastanenin on ikinci katındaydık. Bu yükseklikten yer yer alçalarak uçan sığırcıkları doyasıya izlemek mümkündü. Dağılıp kümelenen, sürüler halinde uçsuz bucaksız gibi duran göğe yayılan kuşlar, bir türlü gelemeyen bahar yüzünden göç etmeden önce -şehirden özür dilemeyi de ihmal etmeden- elinde salladığı kurdeleyle kısa ömürlü kıvrımlar, spiraller gibi sayısız köşesiz şekiller üreten zarif bir ritmik jimnastikçi edasıyla raks ediyor, içini kemiren düşüncelerden ve duygulardan bir anlığına sıyrılarak başını kaldırıp bakabilenlere ücretsiz bir göz ve gönül ziyafeti sunuyordu. Burada şehir, ruhu mengeneye alan binaların kendisine kazandırdığından öte bir hüviyetteydi. Görüş alanımda kızılını bulutlara, ölüm döşeğindeki bir eski toprağın mirasını evlatlarına pay edişi gibi emdiren güneş ve ondan fışkıran mavi, kırmızı ve sarı arası tonlarla boyanmış yağlı boya bir tablo vardı. Bir de bakanın yüreğini, arzın faniliği hatırlatan hissiyatından biraz olsun uzaklaştırıp arşın beka çağrışımına yaklaştıran, adeta kalemle çizilmiş kadar gerçek ve üstündeki alan altındakinden fazla olan bir ufuk çizgisi…
Gece yarısına doğru telefonumun sesiyle huzursuzca uyandım. Anneme vaziyetim hakkında bilgi verdikten sonra yüzümün yağına aldırış etmeden gözlerimi ovuşturmaya, ellerimi yüzümde gezdirmeye başladım. Neden sonra diğer yanıma dönünce yatağında oturan Yusuf’u gördüm. Hüzünlü bir dalgınlığı vardı. Yüzünden düşen parçaları toplamak için yanına gittim. Yavaşça kolunu dürtene kadar benliği başka âlemlerde seyahat ediyor gibiydi.
Hayırdır hacı ne oldu? Bi eleman varmış. Kimmiş? Adını bilmiyorum hacı. Hatice eskiden beri onu seviyormuş. Nasıl yani eskiden beri? Yıllardır yani, benden öncesinden beri. Hacı dedik işte içten içe yaşıyordum, onunla çok az konuştuk zaten. Yani olur muydu olmaz mıydı hiç belli değildi uzun zamandır ama işte pazar gecesi olmayacağını açık açık söyledi. Yıllardır içimde yuvalanan, yumurtlayan, yayılan, ruhumun ana kolonlarına bağladıkları dinamitleri patlatmaya hazır bekleyen bi bakıma parazit gibi duygular, bende dışarının durgunluk ne bileyim içe kapanıklık olarak algılamakta ısrar ettiği ama aslında derin bir melankoli diyebileceğim bir ruhi araz oluşturmuştu zaten. Belli belirsiz bir intihar fikri sokuldu aklıma. Gece çağırdı sanki beni, çıktım dışarı, yarı bilinçli bir şekilde diyebilirim, ölmek istiyordum biraz, dikkatsizlik yapıyordum kendime belli etmemeye çalışarak ama aslında farkındaydım da durumun. O ara da olan oldu zaten, çarptı işte araba. Yani buna benzer şeyler söyledi. Bi ton da ağladı. Hacı saçmalama ya bi tarafına takmıyorsun herhalde, bu halde ne bu edebiyat parçalamalar falan, sonra tekrar normal ağız, kafayı mı yedin lan?! Olm gerçekliğini yitiriyorsun lan! Hacı kızın sözleri içimde aşka dönüşmek üzere olan hisleri yok etti gitti ya. Valla yani o söyledikleri ve bir kusura bakma bile dememesi ne kadar sevgim varsa hepsini cemreleri pantolon, gonca şeklinde kıvırdığı bir mendili de göğüs cebinde taşıyan bir baharın çatılardan sarkan metrelik buzları eritmesi gibi eritti. Yusuf, gel bi sigara içelim. Yarın da okula gitmek yok, senin kafayı dağıtmak lazım. Inne gidelim sen içersin, konuşuruz.  Abi kalk gidelim yaa, daha durmam ben burada. Artık anasını babasını mı arar arkadaşı ne yapar ben karışmıyorum, uğraşamam artık! Olm sakin ol gelmişiz o kadar, ayıptır. Ya abi ayıbın feriştahını Hatice yapmış bana senin ettiğin lafa bak! Olsun olm bak bu gece burada kalalım, o da bizim insanlığımız olsun, yarın sabah gideriz. Ya öfffff, tamam hacı yaa, sıçayım böyle işe! Öyle değil mi hacı, eski bir fotoğrafı hoyrat bir makasla kesmek, nazik anıların boylarını çim biçme makinesiyle kısaltmak gibidir. Bizim daha boyu kısaltılacak anımız olmadı be! Gerçek değilmiş hacı işte, köpek yerine koymuş beni, kemik diye de kendisini vermemiş, röntgen filmini göstermiş. Ben böyle işin ta….. Şişşşt, tamam la sakin, sakin, tamam!
***
Mezarlığın sırtını yasladığı tepeye çıkan otobüste cam kenarında oturmuş dışarıya bakarken, öteye beriye sıçramış güneş parçalarını toplayan çocuklar görüyorum. Düşen cemreleri herkesten önce sezen bu kanları kaynamış yavrular pılısını pırtısını toplayıp sırra kadem basmak üzere olan kar kütlelerini eziyor, tekmeliyor, birbirlerine atıyor ve bana otuzların neşeli bir sessiz filminden fırladıklarını düşündüren bir canlılıkla gülüşüyorlar. Ruhumu dinginleştirebilecek bir huzurun şimdilik sadece yapıtaşıyla, bir bahar sevinciyle gözlerimi yumuyor, öte âlemin sakinlerine bir Fatiha okuyorum. Otobüs kısa gövdeli olsalar da yüksekte kalmaları sebebiyle dallarını yola çokça serebilen ağaçların altından geçerken gözkapaklarım önce üstlerinde birikmekte olan ışık taneciklerinin enerjisiyle ısınıyor, bir an sonraysa yapraklar vesilesiyle gölgeleniyor. Tabiatın yeniden doğuşunu müjdeleyen güneşin şımarıklığı diyebiliriz bu ışık oyunları için. Gözümün önüne şeffaf bir arka planla geliyorsun. Yani fonda dünya oluyor. Önde çiçeklenişin, hafif dişlekliğin ve tebessümünün habercisi eğilen kirpiklerin…
Hatice dün ilk kez okula geldi. Galiba bunu kendisinden sonra en fazla önemseyen benim. Yusuf'un kalbi nekahet dönemini tamamlamış görünüyor. Kantinin önündeki banklardan birine oturmuş, bir yandan sohbet ediyor ve açık açık fingirdeşen cıvık insanlara fazla bakmamaya çalışıyor, bir yandan da beklenmedik bir hızlı ısınan havanın imkânlarıyla madden ve manen güneşleniyoruz.
Arkadaşları amerikanvari bir yapmacık içerisinde Hatice'nin dönüşünü kutlarken, Yusuf'un konuşmama dikkatini git gide daha az verebildiğini fark ettim. Onu ilerdeki ağaçların altında yaygara koparan kızlara birkaç kez göz ucuyla bakarken yakaladım. Kendisiyle mücadele etmekte olan birinin yüz hatlarına sahip oluşu içinde bir kahve pişirimlik de olsa köz kalmış olduğunun deliliydi. Henüz küllenmemiş bakışlarının bağrında salınan bir damla alev de aynı şeyi söylüyordu.
Neyse, bu çok beygirlik araç ilk duraklarında oyalanan dolmuşları geçtikten hemen sonra bozuk kaldırımlı yolun kenarındaki direksiz tabelasız durağına yanaştı. Neden bilmem ama hemen her seferinde bu noktadan sonra eve kadar oyalanmadan yürümek istiyorum. Buna sebep uzun süren yolculuğun yorgunluğu ya da yaşadığım yere bir aidiyet hissiyle bağlanmıyor oluşum olabilir. Bu ilçenin sakinleri, bu çoğu iyi yönünü cehaletleriyle mahveden güruh, bu varoş ahlakına kentsoylu bakış açıları getirmeye çalışan kalabalık beni kendilerinden el yazması bir kitabın cildini kapağından ayıran bir elin özeniyle ayırıyor. Bundandır ki yerimi, yersizliğimi yadırgadığımdan çok yadırgıyorum. Oysa ben de şair gibi "Bir kişi bile değilim yalnızlıktan" diye az düşünmemişimdir.
Bir düşüncede kendine yer bulma şerefine erişmiş adımlar sayesinde ilerlerken kurbağa sesleri çınlıyor kulağımda. Yağlı, yapışkan gibi kelimelerin imgelerini düşünün. Bu sesler bu imgelerin tesirini arttıran cinsten. Total ses frekansları grafiği düz çizgiye yakınsayacak kadar çok sayıda bu kurbağalar. Lineer bir gürültü demek bu da, bir başka deyişle. Sivri çıkışları olmasa bazılarının, duyduğum sesin neye ait olduğunu bile bilemeyeceğim. Kurbağa yok buralarda. Ama şu an primer işitme merkezim realitelerinden biraz olsun şüphe duymuyor. Beynime güvenmeliyim. Ha eksikleri hataları hiç mi yok? Olmaz olur mu, var, çok var. Ama daha iyi olmaya çalışıyor. Çalışsa yapar, çalıştıkça yapıyor.
Bir parçacık dünya yok evde. İnsansız ev nedir ki zaten? Tecrit edilmiş boş alan ya da evrenin sınırsız tasavvurunun içinde çok küçük kalan hava baloncukları gibi. Ev, o tek sahnelik büyük oyunumuzu daha az seyirciye karşı oynadığımız sahnemizdir. Hayatın kulisidir. Sahne arkasıdır. Burada sık sık yaşamanın provası yapılır. Maske tasarım atölyeleri, makyaj odaları da genelde buradır.
Peki, yaşamak nedir? Yaşamak, çabalamayı sürdürmeye çabalamaktır. Birer kumdan kale olan insanın, karşısında tek tek tüm taneciklerinin savrulup gideceğini bildiği o musibet rüzgâra direnmesidir. Yani bize karşı gelişen etkilere tepki verebildiğimiz son anın ardından çekip gidendir.
Uykum yanaşmış kıyıma çekmiş sandalını sahilime, kürekleri sıyırmış suyumu konmuş sandalının içine. Gözümü açtığımda odamın kapısında anne baba yüreği -ya da annelik babalık refleksleri mi demeliyim?- olacak galiba. Bilinç ile bilinçsizliğin arasındaki sınırın kalktığı bölgedeyim. Hala yazabilen bir hikâyeciniz olduğu için şanslısınız.
***
Annemin bir alışkanlığı gözüme sıçrayıp uyandırıyor beni. Hiç vakit kaybetmeden kendi alışkanlıklarımı giyiyorum. Bir el yorganı kaldırıyor, aralanmış kapıyı, banyonun ışığını, klozetin kapağını, lavabonun musluğunu, buzdolabının kapısını, bilgisayarın ekranını, internet sayfalarını açıyor. Dünyaya uyumadan önce kaldığım yerde devam ediyorum. Aslında devam ettiğim şey gözlemcilik. Profesyonel seyircisiyim dünyanın. Önce yakınlarımın, sonra kendileriyle daha az samimiyet kurduklarımın, sonra tanışlarımın, son olarak da tanımadığım insanların sayfalarında geziniyorum. Birçok hayat var taşınırken eşyalarımızı koyduğumuz koliler gibi. Bantlarını yırtıyor, kapaklarını açıyorum ve neyi aradığımı bilmediğim halde aradığımı bulamamanın sezgisiyle hüzünleniyorum. Doğrudan iletişim içinde olduğum insanlardan gelmesi muhtemel bildirimlerin maillerin esrarlı çekiciliğine kapılıp iki dakika önce boş olduğunu gördüğüm gelen kutuma saçma ve daha çok acıklı bir halde tekrar tekrar ve tekrar bakıyorum. Daha uzun bir ara verip tekrar bakıyorum. Hem telefonumdan hem bilgisayarımdan internete ayırmam gerekenden çok daha fazla zaman ayırıyorum ve masumiyet kisvesinde yanaşan bu bağımlılığa çoğu zaman kolayca prim veriyorum.
Bir ölümlük yaşıyor ve hep yaşamak için ölüyoruz. Hayatsa ağır aksak ilerleyen bir film gibi. Kendisinden gayrısını önemsizleştiren, rüya gibi bir güzel. Gösterdiği yanlışlarımızı düzelttirmeyen benliklerimiz az ötede göz kırpan keyfler uğruna uzun vadeli doyumları kolayca satıyor. Bizi bile bile hata yapmaya itene kızıyoruz. Elde ettiğimiz kötü sonuçlar yüzünden içimizdeki şu ya da bu hevesleri bombalıyoruz.
İşin aslı, bir daha hiçbir dinlenmeyle geçmeyecek olan o yorgunluğu sırtladığımızdan bu yana çok zaman geçti. Geçmiş acıların ve sıkıntıların çatlakları ve kesikleri hep aynı elden çıktı ve o el şimdi de bugünden bir gelecek, kaderden kaza oyuyor, ne yaptığını bilenin kararlı ve keskin hamleleriyle geleceğin yolunu açıyor. Zaman kipleri, bu insan icadı ve dilden dile değişiklik gösteren önce sonra ayıraçları, muallâkta olandan korkan, düşünmekten ürkenler için özel olarak hazırlanmıştı belki de. Tüm olanların olmakta oldukları an aynı zamanda olmuş oldukları andı ve bir an sonrasıysa belki de hiçbirinin hiç olmadığını gerçekliyordu. Geçmiş bugün ve bugünü de gelecekten ayırmak mümkün görünmüyor. Homojen zaman, hammaddemiz zaman, bok böceği de zamandan yapılmış, astrositler de. Uyumadan önce tükenmek bilmez bir iştahla glikojen stoklarımı yıkıp elde ettiği glikozu öğüten beynim de. Uyku da belki. Belki rüya da. Burada durmalıyım. Belki çok geç bile kaldım. Hayat bana güzel, hissediyorum. Aşk karıncalarını salıyor ufaktan ufaktan.
***
Soğuğundan bezdirdiği günlerin hemen arkasından sıcağından bezdirmeyi başarabilen bir şehir Ankara. Şöyle gıdı okşayan, etek havalandıran, saç dalgalandıran ne bileyim kravatları bir omuzdan geriye sarkıtıp filmlerde iş yapan cinsten karizma yaptıran ayarında bir meltem mi desem neyse işte rüzgarı ender görülür. Bahar başlarında ve yaza kadar da, kış ayları boyunca kar altına gömülen başkentin isi pisi rüzgârların kanadında serserilik yaparak tat kaçırıyor.
0 notes
bilalayberk-blog · 6 years
Text
Eksik Dinleme ve Sonrası Üzerine Bir Şeyler
Posted 11-August-2010 at 17:30 by bilalayberk
Hepimiz bazen rastlarız bulunduğumuz ortamlarda dinleme eyleminin sınırlarını net olarak çiz(e)memiş insanlara. Hislerin, hangi aşamada bilinçli dinleme çabasının önüne geçtiğinden, muhatabımızın sözlerine hangi aşamada ne derece ehemmiyet verdiğimizden çoğu zaman emin olamayız. Olayları ve diyalog esnasındaki diğer çeşitli detayları dallandırıp budaklandırma hususunda konuşanlardan hangisinin daha mahir olduğuyla ilgili kesin hüküm belirtemememiz zannımca toy bilinçlerimizi yıllarca oyalayacak bir mesele olacaktır. Diyalogun nereye varacağı ile ilgili öngörülerimizin çeşitlendirilmesi işini yapmakla meşgul olan zihnimiz, duyusal algılamada, eş zamanlı olarak aynı başarıyı gösteremez ve genellikle bariz bir biçimde iki kutuptan oluşan bu konuşma sürecinin -belki istişare de diyebiliriz- gidişatını kendi lehine çevirmekte güçlük çekebilir. Yanlış anlamaya ve bu yolla alınmaya amade -yer yer hevesli- yüreklerimiz, konuşma esnasında karşımızdakilerin en ufak jest ve mimiklerinden stres kumbaramıza birkaç lira atmaya da aynı oranda hevesli olabilmektedir. Bu mevzunun çözümünü, muhatabının olgunluk seviyesinin değerlendirilmesini yapmakta ve bu yolla muhatabına üstünlük sağlama taktiğinde arayanlar - yer yer bulanlar- ,medyanın şişirdiği "cool" insan imajından etkilenen insanlar arasında ne yazık ki hiç de az değildir. Anlamak için dinlemeden yaftalamak, savını özellikle yüz ifadeleri ile insan hissiyatına eziyet edecek şekilde öne sürmek, suçunun farkında olduğu için ebeveynlerinden alacağı cevabı önceden kestiren küçük bir çocuğun mahcup edasından pek de farklı değildir. Kendini eksik ifade ettiğine kanaat getiren şahıs,muhatabını can kulağıyla dinleyemez. Bunun yanı sıra bu şahıs görece alıngan bir yapıya sahip ise, yer yer kendini ifadede aciz olduğuna inanacak ve bu sebeple de ister istemez rakibi bellediği muhatabına üstü kapalı sitemler yollama gayretine girişecektir. Hele bir de iradesi zayıf ise, herhangi bir cemiyette kendini komik duruma düşürme kaygısıyla büsbütün ezilecektir. Bu noktada bir kabahatli bulma hevesindeki iç ses, net bir adrese yönlendirilmediği sürece şahıs, iç âleminde bu durumun kendi lehine olabilecek etkilerini göz ardı edecek,benliğine yönelik suçlamaların dozunu belki de sebepsiz yere arttıracaktır. Kişinin, vasat beyinlerin aynı derecede vasat tavsiyelerini haklı olarak es geçen egosu, tavırlarından bahsettiğimiz malum insanlara amansızca suçlamalar yüklemekten geri kalmayacaktır. Netice itibari ile zıtlaşan iki büyük beyin, giderek fevrileşen tutumlarının boyunduruğu altında sinerji oluşturma fırsatını belki de ebediyen tepmiş olacaklardır. Toplumsal gelişim düzleminde de bu neticenin fayda vermeyeceği aşikârdır.
0 notes
bilalayberk-blog · 6 years
Text
Saat 9 u 20 geçiyor
Uyandım. Saat dokuzu yirmi geçiyor. Bilinçsizlik her yanımı sarmış. Üç gibi uykuya daldığımı anımsıyorum. Uykuya geçerken olduğu gibi uyandığım ilk dakikalarda da bir çeşit bulanıklıkla dolu olduğumu hissediyorum. Pencerem ve kapım kapalı uyuduğum için odam kötü kokuyor. Ciğerimden yayılan hava biriktikçe boğuculuğunu arttırmış sabaha kadar. Terlemiş bedenim ve kendimi yatağa bastırışım nedeniyle uykuyla geçen saatler boyunca yatakla bütünleşir olmuşum. Bacaklarımın arasında sıkışan, bir sarmaşık gibi belime, hatta sırtıma kadar uzanan yorganım da kırışmış. Yorulmuş. Yastığımın ortası içe çökmüş ve kafamdan akan terden dolayı ıslak. Fakat bu kurumaya hazır bir ıslaklık. Gece boyunca kısa anlar içerisinde uyanıp yastığımı çevirdiğimi ve yorganımı çekiştirdiğimi hatırlıyorum. Uykunun varlığı bir yapışkanlık doğurmuş. Bu yapışkanlık bedenim ile yatak arasında bir çeşit gizli anlaşma gibi.Yine de bu anlaşmanın her gece uyuduğum anda imzalanıp sabah uyandığım anda da bozulduğunu biliyorum. Her neyse. Yine bir yaz günü. Evde yalnızım. Sadece evde değil her yerde yalnızım aslında. Ama bu başka bir konu. Bedenim yorgun değil. Uyanmamı buyuruyor. Ancak ruhuma çöreklenen sıkışmışlık hissi ve sabahlarımın müdavimlerinden melankolimin o otoriter bakışlarına dayanabileceğimi sanmıyorum. Oysa bir yaz gününden beklentileri olmalı insanın. Sizce de öyle değil mi? Ama bedensel ihtiyaçlarımı giderebilmekten pek de öteye geçmiyorum. Buna ne isim verilir bilmiyorum. Yine uyumuşum. İkinci kez uyandım bugün. Öğleyi biraz geçiyor. Hava bir parça et ve güneş onu kızartıyor gibi gelir bana böyle günlerde. Yatağımın kenarına gelip oturuyorum. Ellerim kenarlara tutunuyor. Başım hafif öne eğik. Bu anı yüzlerce kez yaşamış olmalıyım. İşe yarar olmadığını düşündüğüm onlarca düşünce zihnimin tozlu sandığım koridorlarında koşuşturuyor birkaç dakika. Yavaşça doğrulup pencereme yöneliyorum. Güneşliğimi çekip pencereyi açıyorum. Dışarıdaki hayat içeri girmeye çalışıyor. Biraz temiz hava, gözlerimi kısmama sebep kavurucu bir güneş, arabaların, insanların ve onlarca diğer şeyin sesleri ve yalnızlığımı hatırlamam için baskı yapan bir şey daha var. Perdemin hafifçe dalgalanması bile peşlerini bıraktığımı ve peşimi bıraktıklarını sandığım yaşanmışlıkları beraberinde getiriyor. "Hareketli zamanlarım!" diyorum. Odamın kapısını açıyorum. Gölgelerden ve ışıktan oluşmuş bir kompozisyon var halıda. Tuvaletimi yaptıktan sonra aynaya bakıyorum. Gözlerimin altları torbalanmış yine. Gri mor arası bir tondalar. Ve yanaklarımla gözlerimi kesin olarak ayırıyorlar. Yanaklarım da sarkık. Yüzümün yıllandığını fark ediyorum. Onda da var artık bazı izler. Bazı tecrübelerin yuvalandığını görüyorum. Yağ içinde parlayan yüzümü yıkıyorum. Burnunum etrafı ve yanaklarımın kulağıma yakın yerleri biraz kızarıyor. Saçlarımın aldığı şekle takılıyorum birkaç saniye. Az sonra mutfak masasındayım. Boğazım kurumuş. Su içiyorum ve bir şeyler yiyorum. Masayı toplamıyorum. Tüm bunları kurulu bir şekilde yapıyorum. Bir tür robot olduğumu ve kendiliğinden oluşan bir plana göre yaşadığımı düşünüyorum bir anda. Kedere söven bir sevinç kısa da olsa yüreğimden yüzüme akıyor. Her zamanki halime geri dönüyorum sonra. Hevesle yapabileceğim hiçbir şey olmadığını düşünüp istemsiz olarak uykuya, yani kahreden düşüncelerin olmadığı o kutsal bilinçsizlik anına geri dönmek istiyorum. Bedenimin buna ihtiyacı kalmadığını algılayamıyorum. Odamın penceresini kapatıyorum. Uyuşuk bir halde yatağıma dönüp kitabıma devam ediyorum. Yirmi sayfa sonra gözlerim ağırlaşıyor. Tekrar uyumuşum. Kalktığımda saat üçü geçiyor. Bilgisayarımı açıp adresime yollanan bütün o aptal iletilere göz atıyorum. Beni eski arkadaşlarımla iletişime geçirecek bir siteyle vakit öldürüyorum. Ne büyük ironi! Olmam gereken benle iletişimimi kesen bu siteler beni, benden habersiz üç beş arkadaşa bağlasa ne olur! Bunu unutmaya çalışıp bir film izliyorum. Suratsız suratımla,hissiz duygularımla belki de bu kısır döngüde öldürmeye kastetmese de ilelebet ellerini boğazımdan ayırmayacak hastalıklı düşüncelerimi az da olsa unutmamı sağlayan ne varsa onu izliyorum.. Geceyi iple çekiyorum. Çünkü gönlümde cenk eden acıları, beynimde alevlenen acıları kısa süreliğine de olsa unutturacak olan bir uyku beni bekliyor! Saf mutluluğa matuf en cılız bir ümide dahi ölesiye muhtaç olduğum gerçeği ne kadar korkutucu! İçimde bir kara delik var. Kara olan ne varsa çekiyor ve sonsuz bir ağırlığa doğru emin adımlarla ilerliyor. Biraz daha kitap okuyorum. Başka dünyaların başka roman karakterlerinde kendimi bulmam zor çünkü o karakterlerin debdebeli, maceralı hayatlarına çok yabancıyım. Yine de kitap okumak en iyi uyuşturucum belki de. Hâlâ içine dalabiliyor olmam ne büyük bir güzellik! Yarının farklı olacağını düşünmüyorum. Ve şuna inanıy... zZzZz!
0 notes