Tumgik
#yıkılışları
otopsicireisso7 · 6 months
Text
Pascal ne doğru söylemiş, "que to- ut notre raisonnement se réduit à céder au sentiment," (Tüm mantığımız duygulara teslim olmalı) derken ne doğru söylemiş! Belki zaman olsa doğallık duygusu tekrar ekollerin katı matematiksel mantığına baskın gelecekti. Ama bu olamadı. Dünya bilginin taşkınlığından vaktinden önce etkilenmeyi sürdürdü. İnsanların çoğu bunu ya görmedi, ya da arzulu ama mutsuz yaşamlar sürdürürken görmezden geldi. Ama ben şahsen dünya tarihinden, en yüksek uygarlığın bedelinin en büyük yıkım olduğunu öğrenmiştim. Sade ve dayanıklı Çinlilere, mimar Asurlulara, astrolog Mısırlılara, hepsinden daha zanaatkar olan, tüm sanatların ateşli anası Nubialılara bakarak başımıza gelecekleri önceden görmüştüm. Tarihteki bütün bu uygarlıklara bakarak geleceği görmüştüm. Bu son üç uygarlığın kendilerine özgü yapaylıkları dünyanın yerel hastalıklarıydı. Onların yıkılışları yoluyla da yerel tedavilerin yapıldığını gördük. Ama dünyanın tamamı hastalanmışken, ölüm dışında bir iyileşme çaresi göremiyordum. İnsan ırkının soyunun tükenmemesi için "tekrar doğması" gerektiğini görüyordum.
5 notes · View notes
kafamaesenler · 2 years
Text
Yön vermek isterken ıskaladığımız doğrular ile dolu hayatımız. Herkesi kendimize dost diye başlatıp sonrasında silinmesi gereken anılara kaydediyoruz. Varlıkları ile hayatımızı şekillendirenler kadar yolumuza taş olmak isteyenler ile ilerliyoruz. Tam da bu anlar hayatı tanımlıyor olmalı. Yaşanmışlıkları her seferinde halı altına süpürüp, aynı toza bulaşmamız bizi olgunlaştırır mı yoksa acımasız dünyadan nasibini alamamış fanilere mi döndürür.
Çabalamak adlı sunum burda devreye giriyor. Gönlümüze yer eden hayallerimizin gerçekleşmesi kadar yıkılışları ile olgunluk fenerlerimiz ışık alıyor. En çok teşekkürü kendimize etmeli, hala adım atmak için teşvik ediyor. Yola aşina ancak yeni engelleri bilmeden tekrar dalıyor karanlığa.
13 notes · View notes
we-dekormimar-me · 3 years
Text
Geri dönen bir halkın hikayesi ve yıkılışları nasıldı?
Geri dönen bir halkın hikayesi ve yıkılışları nasıldı?
“Döndü” onlar Arap Yarımadası’nda yaşayan bir halktır ve özellikle Ahqaf’ta “bu yüksek kumlarda” yaşadılar. Allah, Peygamberine “Hood” u göndererek onları sadece Tanrı’ya ibadet etmeleri için gönderdi ama onlar bu daveti kınadılar ve reddettiler. Allah onlara azabını gönderdi ve sadece Hood ve ona iman edenler kurtuldu. Bu başlıkta geri dönen insanlar ve onların yok oluşunun nasıl olduğu hakkında…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
biobilirkisi · 3 years
Text
Tumblr media
Derler ki; çok uzun zamanlar önce, kuşlar diyarında Simurg diye bir kuş yaşarmış. En heybetlisiymiş Simurg kuşların. En güçlüsüymüş. En yüksek dağda yaşar, en büyük avların peşinden gidermiş. Aslanlara kafa tutar, kurtları korkuturmuş…
Bütün kuşlar hayranıymış Simurg’un. Simurg ise bir tanesinin. Dişi bir şahinin aşkına tutulmuş Simurg. Keskin gözleriyle avına süzülüşüne, duruşuna, uçuşuna kaptırmış kendini. Bütün kuşların hayranlık beslediği Simurg, Şahin’i seçmiş. Diğer dişi kuşlar kıskanmış Şahin’i. Ama en çok da küçük, güzel, tatlı bir güvercin kıskanmış. Küçük güvercin, Simurg’la Şahin’in uçtuğu kadar yüksekten uçamadığı için hep uzaktan izlemiş Simurg’u. Onu Şahin’le gördüğü her seferinde kıskanmış, ağlamış sessizce. Yüreği Simurg’un ölümsüz aşkıyla dolarken, ömrü acıyla dolmuş. Seszizce içine dökmüş gözyaşlarını.
Gel zaman git zaman, bir gün Simurg ormana gittiğinde bir bir kurt sürüsünün saldırısına uğramış. Saatlerce dövüşmüş Simurg. Yenememiş sürüyü. Yenilmemiş de. Öldürememiş hiçbirini. Ama ölmemiş de. Kuşlar ormanda bulmuşlar Simurg’un yaralı bedenini. Kartal ve Doğan Simurg’ı en yüksek tepedeki evine taşımışlar.
Şahin gelince, kanadı kırık Simurg’unu görmüş. Ağlamış… Günlerce, gecelerce ağlamış Şahin. Güneşin keskin ışıkları da geçmiş gözyaşlarından, ayın aydın dokunuşları da.
Aşağıda sessizce ağlayan biri daha varmış. Küçük güvercin, ölümsüz aşkıyla beraber, yalnızlığına hapismiş alçak ovalarda. Kanadı kırık sevdiğini görememek dertlerine yenilerini ekliyormuş. Ama en çok da, onun için başkasının ağlaması yaralıyormuş güvercini. Gündüzleri görünmez olmuş güvercin. Geceleri çıkar dolaşır, herkes uyurken yaşarmış. Kimseyi görmek istemezmiş.
Simurg, kanadı kırık yatmaya devam ederken; günler günleri, aylar ayları kovalamış. Şahin’in aklı yüksekteki bulutlara, keskin kayalara, etine dolgun tavşanlara takılmaya başlamış. Ağlamaz olmuş Simurg için. Gidince dönmez olmuş. Sonunda bir gün, kör bir akbabayla gidivermiş Simurg’un yanından. Simurg’a dönüp, son bir veda etmeden. Akbabanın koluna takıldığı gibi, ovaya inivermiş. Simurg sessizce izlemiş onların gidişini. Hiçbirşey söylememiş. Ertesi gün, ertesi gün, ertesi gün.
Günler sonra, Simurg’un içine akan ağıtlar, Simurg’un bedeninin bentlerini yıkmış. En yüksek tepeden öfkeli ama yaralı bir kuşun naraları yükselmeye başlamış.
Şahin’e yakılan ağıtlar Şahin’e ulaşmamış. Küçük güvercinin kalbindeki acıların üstüne akıvermiş. Simurg’a duyduğu ölümsüz aşkı hep içinde saklayan güvercin, en yüksek tepeye tırmanıp Simurg’u gözleriyle görmek, yaralarını sarmak, son bir kez olsun koklamak istiyormuş. Günlerce keskin yarlarla, yüksek kayalarla boğuşmuş. Her gün biraz daha yaklaşmış Simurg’un ağıt sesine.
Simurg’un acısı giderek artmış. Gözündeki yaşlar bitince; içindeki yangını soğutacak hiçbir şey kalmamış. Yaralı kanadıyla uçamayan Simurg, öfkesiyle kendini yakmış. Simurg’in aşkıyla ve düştüğü yerden kalkamamanın acısıyla kendisi tutuşturmuş. Yanmış, yanmış, yanmış… Günlerce öfkeyle ve acıyla bağırarak ağır ağır yanarak can vermiş yalnız başına.
Küçük güvercin, Simurg yanıp kül olduktan sonra tırmanabilmiş dağın tepesine. Sadece küllerini görebilmiş, kalakalmış güvercin. Ve sessizce ağlamaya başlamış. O ölümsüz sevdaya yakılan ağıtın ilk damlası küllerin üzerine düşünce, duman çekilmiş, ateş saygı duymuş güvercinin sevdasına. Kuru küller hayatını güvercinin gözyaşlarından almışlar. O hayatı alıp Simurg’a vermişler. Ve onu yeniden yaratmışlar.
Herkesin hayran olduğu Simurg küçük bir güvercinin ölümsüz aşkı sayesinde küllerinden doğarak geri dönmüş. Simurg anlamış ki; zor olan aşk için ölmek değil, yanan bedenlere, dumanı tüten küllere aşkıyla hayat verebilmektir.
Simurg kocaman ellerine almış güvercini. Sırtına yüklenmiş. En yüksek bulutun tepesine götürmüş. Demiş ki; “Kimin kimi sevdiği önemli değil; kimin kimi özlediği de. Senin o küçücük yüreğin; şu aşağıdaki bütün sevgilere, özlemlere, bütün duygulara bedel. Sen şu küçücük bedeninle, benden de daha güçlüsün. Büyüklüğünü geç farkettiğim için beni affet ve sana sunduğum sevgimi kabul et.”
Güvercin kabul etmiş Simurg’un sevgisini. Simurg bir yuva kurmuş bulutun tepesine. Ve hep katıksız, temiz bir sevgiyle sevmiş güvercini. Heybetli kuş, o küçük güvercine layık olmaya çalışarak geçirmiş ömrünü.
Simurg’un her canlıdan bir iz taşıdığı söylenmektedir. Ve tüylerinde her rengin barındığı. Kanatları altın ve kırmızı karışımı, vücudunun ve başının ise mor renkte olduğu. En garip söylentilerden biri yüzünün insana benzediğidir. Hakkındaki tüm efsanelerin en can alıcı noktası, ömrünün bir aşamasına geldiğinde, yaşadığı yer (evi) olan “Bilgi Ağacı” ile birlikte kendini ateşe vererek, kül olana kadar yanması ve küllerin içinden tekrar doğmasıdır! Bu nedenle Simurg ölümsüzdür. Tüm bu efsanevi özelliklerinin yanınsa canlılara en zor anlarda yardım ettiği ve kendine en fazla ihtiyaç duyulduğu zamanlarda ortaya çıkarak varlığını gösterdiği söylenir. Simurg ortaya çıktığında, onu görebilme şansına erişenlerin bir daha asla eskisi gibi olmadıkları da rivayet edilir. Simurg, dünyaların yıkılışları ve tekrar yapılışlarına şahit olmuştur. Bu nedenle bilgeliği akılların ötesindedir. Onun yer ile gök arasında birliği sağlayacağı söylenmektedir.
Tüm halkların kendilerine has farklı şekillerde ondan söz etmesi de son derece gizemlidir. Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg (Zümrüd-ü Anka yada batıda bilinen adıyla Phoenix), Bilgi ağacının dallarında yaşar ve herşeyi bilirmiş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg’u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.
Bir gün, bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg’un var olduğunu anlayan bütün kuşlar Simurg’un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. Simurg’un yuvası, Kaf Dağı’nın tepesindeymiş. Oraya varmak için hepsi birbirinden çetin yedi vadiyi; istek, aşk, marifet, istisna, tevhit, hayret ve yokluk vadilerini aşmak gerekirmiş.
Kuşlar, hep birlikte uçmaya başlamışlar. İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevi şeylere takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Kuşların kimi Aşk Denizi’ne dalmış, kimi Ayrılık Vadisi’nde kopmuş sürüden. Bülbül güle olan aşkını hatırlayıp geri dönmüş. Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş (oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış). Kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış. Baykuş yıkıntılarını, balıkçıl kuşu bataklığını özlemiş…
Sayıları gittikçe azalmış. Altıncı Vadi “şaşkınlık” ve sonuncusu Yedinci Vadi “yokoluş”ta tüm kuşlar umutlarını yitirmiş. Kaf Dağı’na vardıklarında yalnızca otuz kuş kalmış.
Sonunda sırrı, sözcükler çözmüş: Farsça “si”, “otuz” demektir, “murg” ise “kuş”. Otuz kuş aslında Simurg’muş Simurg’un yuvasını bulunca öğrenmişler ki; “Simurg-otuz kuş” demekmiş. Her biri bir Simurg’muş. 30 kuş, anlamış ki aslında aradıkları sultan kendileriymiş. Gerçek yolculuk, sadece kendine yapılan yolculukmuş.
Simurg beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yok oluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürmüş.
İnsanlık da kendi küllerinin üzerinden yeniden doğabilmek için kendini yakmadıkça, birer Simurg olmayı göze almadıkça; bataklığında, tüneğinde ve kafesinde yaşamaktan kurtulamayacaktır.
8 notes · View notes
penceresiz-kiz · 3 years
Text
Bilen bilir, bazı yıkılışların kalkışı yoktur. O yıkılışları unutursun çünkü unutmaktan başka çaren yoktur.
2 notes · View notes
nolurdursunzaman · 3 years
Text
Hep en kötüsünü yaşamak bizim tercihimiz gibi davrandılar. Hep en büyük yıkılışları en acımasız ölümleri ve en soluksuz günleri yaşamayı biz hak ettik sandılar. Öyle değil. Kim elleriyle kendini ateşe atar ki?
3 notes · View notes
Text
Mehmet Narlı Oğuz Atay’ın Tutunamayanlarını şöyle özetliyor;
“Kendileri içindeki yıkılışları, toplumsal düzlemin yüzeysel ve çıkarcı ilişkilerini görürler ama onları düzeltmedikleri gibi daha derin uçurumların eşiğinde durur ya da oradan atlarlar. Durdurulmaz otomasyonla çalışan zihinleriyle başa çıkmak için belki de, kendileriyle alay ederler. Adeta büyük bir hızla çalışan bir zihnin boşuna döndüğünü sezen okur için de bu trajil bir ironidir. Acı bir gülümseme kalır dudaklarda; daha doğrusu gülümsemek için hareketlenen kaslar trajik bir şoka uğrar öylece donar kalır.”
13 notes · View notes
levlas-world · 4 years
Text
Derler ki; çok uzun zamanlar önce, kuşlar diyarında Simurg diye bir kuş yaşarmış. En heybetlisiymiş Simurg kuşların. En güçlüsüymüş. En yüksek dağda yaşar, en büyük avların peşinden gidermiş. Aslanlara kafa tutar, kurtları korkuturmuş…
Bütün kuşlar hayranıymış Simurg’un. Simurg ise bir tanesinin. Dişi bir şahinin aşkına tutulmuş Simurg. Keskin gözleriyle avına süzülüşüne, duruşuna, uçuşuna kaptırmış kendini. Bütün kuşların hayranlık beslediği Simurg, Şahin’i seçmiş. Diğer dişi kuşlar kıskanmış Şahin’i. Ama en çok da küçük, güzel, tatlı bir güvercin kıskanmış. Küçük güvercin, Simurg’la Şahin’in uçtuğu kadar yüksekten uçamadığı için hep uzaktan izlemiş Simurg’u. Onu Şahin’le gördüğü her seferinde kıskanmış, ağlamış sessizce. Yüreği Simurg’un ölümsüz aşkıyla dolarken, ömrü acıyla dolmuş. Seszizce içine dökmüş gözyaşlarını.
Gel zaman git zaman, bir gün Simurg ormana gittiğinde bir bir kurt sürüsünün saldırısına uğramış. Saatlerce dövüşmüş Simurg. Yenememiş sürüyü. Yenilmemiş de. Öldürememiş hiçbirini. Ama ölmemiş de. Kuşlar ormanda bulmuşlar Simurg’un yaralı bedenini. Kartal ve Doğan Simurg’ı en yüksek tepedeki evine taşımışlar.
Şahin gelince, kanadı kırık Simurg’unu görmüş. Ağlamış… Günlerce, gecelerce ağlamış Şahin. Güneşin keskin ışıkları da geçmiş gözyaşlarından, ayın aydın dokunuşları da.
Aşağıda sessizce ağlayan biri daha varmış. Küçük güvercin, ölümsüz aşkıyla beraber, yalnızlığına hapismiş alçak ovalarda. Kanadı kırık sevdiğini görememek dertlerine yenilerini ekliyormuş. Ama en çok da, onun için başkasının ağlaması yaralıyormuş güvercini. Gündüzleri görünmez olmuş güvercin. Geceleri çıkar dolaşır, herkes uyurken yaşarmış. Kimseyi görmek istemezmiş.
Simurg, kanadı kırık yatmaya devam ederken; günler günleri, aylar ayları kovalamış. Şahin’in aklı yüksekteki bulutlara, keskin kayalara, etine dolgun tavşanlara takılmaya başlamış. Ağlamaz olmuş Simurg için. Gidince dönmez olmuş. Sonunda bir gün, kör bir akbabayla gidivermiş Simurg’un yanından. Simurg’a dönüp, son bir veda etmeden. Akbabanın koluna takıldığı gibi, ovaya inivermiş. Simurg sessizce izlemiş onların gidişini. Hiçbirşey söylememiş. Ertesi gün, ertesi gün, ertesi gün.
Günler sonra, Simurg’un içine akan ağıtlar, Simurg’un bedeninin bentlerini yıkmış. En yüksek tepeden öfkeli ama yaralı bir kuşun naraları yükselmeye başlamış.
Şahin’e yakılan ağıtlar Şahin’e ulaşmamış. Küçük güvercinin kalbindeki acıların üstüne akıvermiş. Simurg’a duyduğu ölümsüz aşkı hep içinde saklayan güvercin, en yüksek tepeye tırmanıp Simurg’u gözleriyle görmek, yaralarını sarmak, son bir kez olsun koklamak istiyormuş. Günlerce keskin yarlarla, yüksek kayalarla boğuşmuş. Her gün biraz daha yaklaşmış Simurg’un ağıt sesine.
Simurg’un acısı giderek artmış. Gözündeki yaşlar bitince; içindeki yangını soğutacak hiçbir şey kalmamış. Yaralı kanadıyla uçamayan Simurg, öfkesiyle kendini yakmış. Simurg’in aşkıyla ve düştüğü yerden kalkamamanın acısıyla kendisi tutuşturmuş. Yanmış, yanmış, yanmış… Günlerce öfkeyle ve acıyla bağırarak ağır ağır yanarak can vermiş yalnız başına.
Küçük güvercin, Simurg yanıp kül olduktan sonra tırmanabilmiş dağın tepesine. Sadece küllerini görebilmiş, kalakalmış güvercin. Ve sessizce ağlamaya başlamış. O ölümsüz sevdaya yakılan ağıtın ilk damlası küllerin üzerine düşünce, duman çekilmiş, ateş saygı duymuş güvercinin sevdasına. Kuru küller hayatını güvercinin gözyaşlarından almışlar. O hayatı alıp Simurg’a vermişler. Ve onu yeniden yaratmışlar.
Herkesin hayran olduğu Simurg küçük bir güvercinin ölümsüz aşkı sayesinde küllerinden doğarak geri dönmüş. Simurg anlamış ki; zor olan aşk için ölmek değil, yanan bedenlere, dumanı tüten küllere aşkıyla hayat verebilmektir.
Simurg kocaman ellerine almış güvercini. Sırtına yüklenmiş. En yüksek bulutun tepesine götürmüş. Demiş ki; “Kimin kimi sevdiği önemli değil; kimin kimi özlediği de. Senin o küçücük yüreğin; şu aşağıdaki bütün sevgilere, özlemlere, bütün duygulara bedel. Sen şu küçücük bedeninle, benden de daha güçlüsün. Büyüklüğünü geç farkettiğim için beni affet ve sana sunduğum sevgimi kabul et.”
Güvercin kabul etmiş Simurg’un sevgisini. Simurg bir yuva kurmuş bulutun tepesine. Ve hep katıksız, temiz bir sevgiyle sevmiş güvercini. Heybetli kuş, o küçük güvercine layık olmaya çalışarak geçirmiş ömrünü.
Simurg’un her canlıdan bir iz taşıdığı söylenmektedir. Ve tüylerinde her rengin barındığı. Kanatları altın ve kırmızı karışımı, vücudunun ve başının ise mor renkte olduğu. En garip söylentilerden biri yüzünün insana benzediğidir. Hakkındaki tüm efsanelerin en can alıcı noktası, ömrünün bir aşamasına geldiğinde, yaşadığı yer (evi) olan “Bilgi Ağacı” ile birlikte kendini ateşe vererek, kül olana kadar yanması ve küllerin içinden tekrar doğmasıdır! Bu nedenle Simurg ölümsüzdür. Tüm bu efsanevi özelliklerinin yanınsa canlılara en zor anlarda yardım ettiği ve kendine en fazla ihtiyaç duyulduğu zamanlarda ortaya çıkarak varlığını gösterdiği söylenir. Simurg ortaya çıktığında, onu görebilme şansına erişenlerin bir daha asla eskisi gibi olmadıkları da rivayet edilir. Simurg, dünyaların yıkılışları ve tekrar yapılışlarına şahit olmuştur. Bu nedenle bilgeliği akılların ötesindedir. Onun yer ile gök arasında birliği sağlayacağı söylenmektedir
1 note · View note
yabancibirsahsiyet · 4 years
Text
Hayatta aldığım en büyük ders şudur ki: "Boyundan büyük hayaller kurmayacaksın." Sonraları o hayallerin enkazında bir başına kalıyorsun. Büyük hayallerin yıkılışları da bir o kadar büyükmüş, enkaz altından kalkmak da bir o kadar zor...
1 note · View note
raskolnikovsendromu · 5 years
Text
       Acısızlık imkansız olsa da o yıkılışları hatırlamamak mümkün. Görüyorsun ya Veysel, unutmak ile mutluluk arasında güçlü bir bağ var ve onlar her ne kadar kendileriyle övünseler de ben tüm o güçlü hafızalı zihinlere acımışımdır.    
... 
50 notes · View notes
kelimesendromu · 4 years
Text
Küçük çaplı direnişlerimin kimi zaman büyük çaplı yıkılışları oldu.
5 notes · View notes
kiriksactelleri · 4 years
Text
Saç tellerim gibi acısın ruhun. Bu kez, sadece bir sefer benden başka bir can kavrulsun bu içimdeki soğuklukla. Her yerimi saran fırtına bu kez de sana üflesin meltemlerini. Çok mu şey istedim yine ? Tamam, başkası yanmasın, ama o başkası ben olayım, sadece, sadece bir kez. Hadi, bir kez hayallerimin gerçekleşmesi izleyeyim. Çünkü yıkılışları her seferinde diğerinden biraz daha acıtıyor sevgimi.
1 note · View note
hetesiya · 2 years
Text
Hikmet Kıvılcımlı – Kadı İsrailoğlu Simavnalı Şeyh Bedreddin
Hikmet Kıvılcımlı – Kadı İsrailoğlu Simavnalı Şeyh Bedreddin
Sosyalist Gazetesi Sayı: 1-2-3-4-5-6-7 
20 Ocak 1966 – 22 Aralık 1970
“Olup Mansur, bu yolda verdi bâşın
“Hüdâ aşkında hiç çatmâdı kaaşın
“Münafıklar atarlar tain taaşın
“Bizim mürşidimiz Şeyh Bedreddindir.”
(Menâkıb, s. l38)
Molla Hafız Halil
(Şeyh Bedreddin’in torunu)
BEDREDDİN – HUS – İBNÎ HALDUN
Simavnalı Şeyh Bedreddin Mahmud Rumî (1359-1420), yalnız Türkiye devrim tarihinin değil, bütün insanlık için sosyal devrim tarihinin en ilgi çekici büyük kahramanıdır: Şeyhin zamanına dek medeniyetler, dıştan gelme barbar akınlarının tarihsel devrimi ile yıkılırlardı. Şeyhin zamanındaki Aksak Timur akını o çeşit dıştan yıkıcı tarihsel devrimlerin en sonuncusuydu. Sosyal devrim imkânsız olduğu için muazzam bir medeniyetin yıkılışı antika destanlarda “tufan”, dinlerde “kıyamet” adını alıyordu.Şeyh Bedrettin bu şuursuz medeniyet yıkılışları yerine, insanlığın biricik ve sürekli gelişimini sağlayacak şuurlu devrimi, başka deyimle: Tarihsel devrim yerine sosyal devrimi geçiren en şuurlu ve en orijinal büyük devrimcidir. O bakımdan, sosyal devrimler çağı demek olan modern çağın ilk en önemli müjdecisidir.
Şeyh Bedreddin, kendi çağdaşları sayılabilecek olan İslâm medeniyetinin Aristotales’i İbnî Haldun (1332-1406) dan da, Batı dünyasında Wicleften sonra ilk din reformcusu Çek papazı Jean Huss’ten de önemli kişidir. Gerçi İbnî Haldun : Aksak Timur gibi uykuda gezer “Cihangir”lere metelik vermeyecek değerde moral taşır. Aynı metelik vermeyişi Şeyh’te de buluruz. İbnî Haldun toplum ve tarih kanunlarını Marks-Engels’lere müjdeci olurca izlemiştir. Bu dahiyane buluşları, yâşadığı büyük pratik olaylardan sezmiştir. Ama, bulduğu prensipleri, içinde yaşadığı tarihsel ve sosyal şartlar yüzünden, pratiğe uygulamayı düşünememiştir. Şeyh Bedrettin, teori ile pratiği en canlı, en insancıl yükseklikte sosyal sentezine ulaştırmıştır.
Jean Huss (1369-1415) yalnız hristiyanlar için İsa dininde reformu öngörmekle yetindi. Şeyh; müslüman, hristiyan, yahudi ayırdı yapmadı, bütün din ve ulus sınırlarının izafiliğini göstererek, her türlü insan ayrılıklarını “İptâl” etti. Tümüyle insanlığı yücelten bir kurtarıcı Humanitarisme yarattı. Batı’da ünlü “Reform” hareketi : Zengin papazların mülklerini müsadere etmekle kaldı. Bunun sonucu Almanya’da büyük derebeyilerin, Fransa ve İngiltere’de işveren burjuvaların ekmeklerine yağ sürdü. Şeyh; öyle dar bencil sınıf ve sınır çerçevelerinden üstün uluslararası sosyalizmin gözünü budaktan esirgemez ülkücüsü idi. Hüss kancıkca yakıldı, Şeyh kancıkça asıldı. Hüss’çü hareket, kendisi öldükten sonra başladı. Şeyh onlarca yıl hazırlanmış Anadolu ve Rumeli hareketinin başına geçti. Hüss antika bezirgânlığın yerine modern bezirgânlığı tutmuş oldu. Şeyh her bezirgân çıkarcılığına karşıydı.
İnsanın kişiliğini yaratan en yakın gelenekleri, “soy”unun başından geçenlerdir. Simavnalı Şeyh Bedrettin Mahmut Rûmî, çok ilgi çekici soydan gelir. Ona rağmen Osmanlı tarihçileri, Şeyhin adını unutturamadıkları zaman bile, hiç değilse soyunu anmamaya aşırıca uğraşmışlardır.
Cumhuriyetin doğuş günlerinde Şeyhin üzerine eğilen ilk (1925) ve 32 yıl için son bilgin “Darülfünun İlâhiyat Fakültesi Tarih’i Kelâm müderrisi” sayın M. Şerafettin oldu. “Simavna kadısı oğlu Şeyh Sedrettin” (Evkaf matbaası, İstanbul, 1341) adlı eserınde Şeyhin yalnız İsrail adlı bâbasını anar. (S. .4.5) Elimizdeki “Menakıb“i bilmediği için,. Şeyh üzerine yürüttüğü tek tük düşünceleri gibi Şeyhin derin soyu da askıda kalır.
Mehmet Süreyya bey : (Şeyhin) “Ecdadı Selçuk Devleti vezirlerinden idi.” der. (M.S. : Sicilli Osmâni, cild II, s. l6 Matbaası Amire, İstanbul 1311). Şemsettin Sami bey : “Şeyh aslında Selçuk hükümdarları neslinden olup” (Kaamûs ül-âa lâm, s.1254) kaydını düşürür. Belgratlı Muhtesip zâde Hâki : (Şeyhin) “Ecdadı Selçuk Sülâlesinden Alâettin’in kardeşi oğluna vezir dahi olup (Hadikat-ür Reyhân, elyazması, Köprülü Ahmet Paşa kütüphanesi, n 230) yollu yanlış bir tercüme yapar. Tercümenin aslını Arapça yazmış olan Taşköprü zâde ise şunu söyler : “Söylendiğine göre (Şeyhin) dedeleri Selçuk oğullarının veziri ve kendisi Sultan Alâittin Selçukinin biraderi oğlu idi.” (Şakaayik’ı Nûmâniyye, Arapça elyazması, Köprülü Ahmet P. Kütüphanesi, n.1230: s. 27 – 30)
Böylece, Osmanlı tarihçilerinin Şeyh soyu üzerinde niçin susuş konspirasyonu yaptıkları çıtlatılmış olur. Osmanlı padişahlığına karşı en modern anlamda halk devrimi uğruna ayaklanmış adamın – o zaman için pek önemli sayılan – bir hükümdar soyundan geldiği açıklanamazdı.
Cumhuriyetin 34 üncü yılı, candan savunduğu Şeyhin hayatını ve Şâheseri “Vâridât“ı temiz üslûbuyla veren sayın Bezmi Nusret Kaygusuz, basılı biçiminde ilk defa”Menâkız“ı ele almış olur (Şeyh Bedreddin Simaveni : İzmir,1957). Ona göre, Hayrullah Efendi Tarihinde.,Şeyhle akraba olan Selçuk Sultanı Ferâmürz oğlu III üncü Alaeddin’dir. Tarih’i âl’i Osman (Adil oğlu Oruç, 9 uncu yüzyıl) da : Osman Gaazi Karahisarı alırken, Sultan Alâeddin, kardeşi oğlu Aktimur eliyle Osman’a malzeme, veziri Abdül’ Aziz eliyle de bağımsızlık buyrultusu ve Mısır hükümdarından Akbayrak, “tuğ ve âlem” göndermiştir. İşte bu, Osmanlı Devleti’ne bağımsızlık buyrultusu getiren Abdül’ Aziz Şeyh Bedrettin’in öz dedesidir.
İslâm medeniyetinin o kargaşalı “Ulusların Göçü” ve derebeyileşmeleri çağında en büyük derebeyi Cengiz Sülâlesinden Mahmut Gaazân han idi. Moğol imparatoru, “böl ve güt”prensibine göre, buyurduğu Rum Selçuk ülkesinde III üncü Alâeddin Keykubâdı Konyâ’ya, Amcası Mes’udu Doğu Anadolu’ya tâyin etmişti. Türk beylerinden Baltu, Mesud’u tek şah yapmak kaygusuyla Alâeddin’e karşı ayaklanınca, Gaazân, emrindeki Kutlup Şahı gönderip Mesud’u esir ettirdi.Bu yol Türk beyleri Alâeddin’i bağımsız hükümdar ilân ettiler. Anadolu’da bu altüstlükleri kışkırtan Mısır hükümdarı Melik Nâsır’ın üzerine yürüyen Gaazân Şam’da bozuldu. Halep’ten Anadolu’ya geçti. Oradan Alaeddin’i aldı. İsfahan’a götürerek idam etti. Alâeddin’in oğlu Gıyasüddin’i de boğdurttu. Böylece artık Selçuk saltanatının gölgesi bile silinmişti.
O zaman Anadolu’da başıboş kalan iki derebeylik bağımsızlaştı.Onlardan birisi: Serhad üzerindeki Söğüt beyi Osman Gaazi idi. Anlaşılan, Şeyh’in dedesi Abdülaziz, kardeşi Alaeddin trajedisinden sonra, vaktiyle bağımsızlık buyrultusu götürdüğü Osman Gaazi’nin yanına gelmiş ve sayılan bir gaazi olarak Bizansa karşı kutsal savaşa girişmiştir.
1937 yılı, “İnkılâb Müzesi”ndeki elyazmasından işlediğimiz ”Menâkız“ : Henüz küçük bir ilçe beylikceğizi olan Osmanlılığın bütün şaşırtıcı atılganlıklarında Şeyhin dedesi Abdülaziz’in oynadığı öncülüğü alçak gönüllüce destanlaştırarak söze başlar. Yazarı Molla Halil, Şeyh Bedreddin’in torunudur. Tarihi Fâtih Mehmet günlerine varan manzum elyazmasının adı : ”Hâzâ Menakıb’ı Şeyh, Bedreddin hin Kaadi İsrail“dir.
A- Şeyhin Doğuşu
1935 yılına gelinceyedek, Şeyh Bedrettin ‘in gerek dedeleri, gerekse doğduğu yer ve tarih üzerine açık hiçbir şey bilinmiyor gibiydi. O yıl “İnkılâp Müzesi”nde Şeyhin torunu hafız Molla Halil’in manzum elyazma ”MENAKIB“ı ansızın elimize geçti.  Orada olduğu gibi anlatılan Şeyhin kendisi kadar soyu da çok ilgi çekiciydi. Osmanlıların doğuşunda, Rumeli’ye geçişinde İslâm öncüsü olarak büyük Haçlılar seferini bozuşunda, Şeyh’in soyu olağanüstü önemli, öncü rolünü oynamıştı. Bu rol aydınlanmadıkça, Osmanlılığın pek çok sırları karanlıkta kalırdı.1939 yılı, Menâkıp esas tutularak Şeyhin hayatı yeni baştan yazıldı: Bu kitap, 27 yıl önce yazılmıştı, yalnız dilini az düzeltip temize çekerek yayınlıyoruz.
Kişi olarak Şeyhin soyu ve oluşu üç ayrımda toplandı :
1- Şeyhin dedesinin dedeleri;
2- Şeyhin yakın akrabaları;
3- Şeyhin dünyaya gelişi.
 I- Şeyhin Dedesinin Dedeleri
“Simavna Kadısı İsrâil’in oğlu” diye ün alan Şeylı Bedrettin Mahmut Rûmî üzerine, l939 yılına dek, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Türkçe bir tek bilim eseri yayınlanmıştı. Onda Şeyhin yalnız İsrail adlı babasından konu açılır. Kimi “Terâcüm” yazarları Şeyhin dedesinin Abdülaziz olduğunu bildiriyorlardı . Abdülaziz’in kim olduğu, ne yaptığı bilinmezdi.
Değerli düşünürümüz Bay Bezmi Nusret Kaygusuz Menâkıp’tan yararlandığı eserini yaymakta bizden çevik davrandı. Himmeti var olsun: Kendi açısından ve “Vâridât” tercümesiyle daha derinleşmiş olan eserinde  Şeyhin açık şeceresini koydu. Ona göre : “Mevzuât’i Ülûm” da Şeyh, Selçuk Sultanı Alâeddinin kardeşi oğlu, dedeleri Selçuk vezirleridir : “Tâc’üt Tevârih” te Şeyhin büyük dedesi Sultan Alâeddinin yakın akrabası ve vezirlerindendir : “Kısası Enbiya” da Şeyh, “Alâeddin’in amcası oğludur: ”Şakaayık’ı Nûmâniye“ ve ”Lûgat’ı Tarihiyye ve Coğrafiyye“de Bedreddin, Sultan Alâeddin’in öz yeğenidir. (Üçüncü Alâeddin’in) : ”Hayrullah Efendi“ Tarihi ile ”Vâridât“ önsözünde, Şeyh Feramürz oğlu III Alâeddin oğlu Abdülaziz oğlu İsrail’in oğludur.
Bay Kaygusuz : “Bedreddin’in dedesi Abdülaziz, kardeşi III.Alâeddin Keykubâd’ın vezirliğinde bulunmuştur.” der. Abdülaziz’in atalarıyla uğraşmaz. Özetlemeye önem vermiştir. Oysa Menâkıb Şeyhin en canlı trajedisini verdiği gibi Abdülaziz’in dedeleri üzerine de açıklama yapar :
“Ceddi ânın Bağdat ilinde, ey said
“Oldu Cengiz hân elinde Şehid” (Me, 7) der. Cengiz 1224 (göç: 621) yıllarında Batı’ya döndüğü vakit Bağdat Halifesiyle müttefikti. Yalnız Moğol tüccarlarını öldüren Hvarzim şahı Alâeddin’den öc almak üzere: Maverâünnehr, Hvarzim, Horasan, Kafkas ülkelerini hallaç pamuğuna çevirdi. Ama, Bağdat’a inmedi. Molla Halil’in durup dururken yalan söylemeyeceğine, belki tarih yanlışı yapmış olacağına göre : Abdülaziz’in dedesi Bağdat ‘a ne vakit gelmiştir ? Orada niçin öldürülmüştür ?
Herkesten daha yetkili olarak Menâkıb şunu anlatır :
Nesi idi Sultan Alâiddine bil
Şüphe yoktur bu söze ey zinde dil
“Şâh Alâeddin nesliydi özü…” (Me, 7)
Bu şah Selçuklardan hangi Alâeddin idi? Şeyhin ataları onunla nasıl kuşaklanıyordu?
Al’i Selçûkilere neslen vezir
“Hem çü Al’i Bermeki Abbas mir.” (Me, 7) deniliyor. Cengiz Kâşgarı 1219 yılı, Semerkand’ı 1220 yılı ele geçirmiştı. O sıralar (G. 617, İS : 1220) Rum (Anadolu) Selçuk Sultanı Alâeddin Keykubad İbn’î Gıyasüddin Keyhusrev (ölümü : 635, Kaamûs âlâma göre 636, İs.1237) idi: Bu kişi Cengiz’le birlikte Hvarzim şahı Mehmed Alâeddin’e saldırmıştı. Menâkıb, hangi Selçukluları konu ettiğini belirtmiyorsa da, Rum Selçuklularını anlattığı besbellidir. Alâeddin adını taşıyan üç Selçuk Hânı yalnız Rum (Anadolu) ülkesinde saltanat sürdü. Bu Selçuklu Hânların dölünden gelen Şeyhin ataları, o hânedana soyca “Neslen” vezir olmakta, tıpkı “Bermek” oğullarının Abbâsilere soyca vezir oluşlarına benzermiş. Bir mecûsi ateşgede hizmetçisi olan Bermek acem bezirgân muhalefeti üzerine barbar kollektif aksiyon geleneğini temsil eden Horasanlı Ebâ Müslim ile birlikte Irak’ta küçük bir tarihsel devrim yapıp “Abbâsiye” halifeliğini kuranlardandı. Bermek oğulları 750 ilâ 788 (G. 132 ilâ 171) yıllarında, sıra ile babadan oğula geçmek üzere, 40 yıl Abbâsiler ister istemez “neslen vezir” olmuşlardı.
Bu kadar ayrıntılı anlatılan bir olay uydurma olamaz.Öyleyse işin aslı nedir ?
II- Şeyhin Dedesinin Dedesi Bağdat’ta
Şeyhin dedesinin dedesi Moğol saldırıları sırasında Bağdat’a niçin gitmiş ? Menâkıba göre :
Emmisi şah olduğu vakte anın
“Kaçup Abbâsilere gitmişti anın.”
Eski Türkler’de, Babahânlı göçebe geleneğince, Hân’ın büyük oğlu, veziri “Beşe” veya Paşa’sı olurdu . Abdülâziz’in dedesi, anlaşılan Selçuk Şahının hem büyük oğlu, hem veziri imiş. Hangi Şâhın ? Söylenmiyor.  Selçuk Şah ölünce yerine büyük oğlu geçmeliydi. Burada, çocuğun amcası açıkgöz davranıp tahta konmuş olacak: O zaman, baba mirası Şahlıktan yoksun kalan büyük oğlu, yâni Abdülâziz’in dedesi Bağdat’a kaçmış bulunabilir. Menâkıb’ın anlattığı böyle yorumlanabilir.Bu yoruma hak verdiren başka olaylar da eksik değil.
İlkin, Menâkıb dahi Şah Alaeddin’le soydaş olan Bedreddindir, diyor. Cengiz ile, işbirliği yapan Alâeddin birincisidir.Abdülâziz’in dedesinin Bağdat’a kaçışı besbelli çok sonlara gelir. Cengiz hengâmesinden yüzyıl önce İran Selçukları devletinde Hasan Sabbab’ın “Haşisi Partisi”, Rum Selçukları devletinde “İsmâilî” Partisi gibi tanrısız devrim örgütleri türemişti.Demek her iki Selçuk düzeni çıkmaz çağın kapısını çalıyorlardı.Halk içinde yaman etkiler yapan devrimci partiler kimi saray ve hanedan üyeleri arasında bile hoşnutsuz taraftarlar bulmuşlardı. İlkel sosyalizm geleneklerini büsbütün yitirmemiş bulunan hanedan üyeleri halktan yana, saray entrikalarına kapılanlar halk düşmanlığına dönünce, arada ister istemez çekişme ve çarpışmalar başgösterdi. Çarpışmalardan halkın kendisine pek bir rahmet yağmazdı. Kimi Bizans İmparatorları, kimi onların karşı kutbu olan Bağdat halifeleri, entrika çevirip yararlanmaya çalıştılar.“
Böylece, birbirinden çıkma üç kördüğüm ilmeklendi :
1- İç kargaşalıklar, 2- Hanedan kavgaları, 3- Dış karıştırma ve karıştırmalar. Bu şartlar ortasında Bağdat’a kaçış olayı kendiliğınden anlaşılır. Abdülâziz’in dedesi Bağdat’a kaçarken, Selçuk Sarayında ve ülkesinde besbelli kargaşalıktan geçilmiyordu: Ancak bu kaçış hangi zamanda olmuş olabilir ? İlkin, Abdülâziz’in dedesi Cengiz zamanı Bağdat’a kaçmış olması gerektir. Menâkıb’ın verdiği başka konkret olaylar o tarihle bağdaşamaz: Alim etti Mu’tesim – billâh ani
“Şeyhülislâm eylemişti ey ganî” (Me, 7) deniyor. Bağdata gidip, Şehülislâmlık derecesine dek bilgini yetişmek için, önce kaçanın öğrenim çağında bir genç olması gerekir. Amcası zoruyla tahtı elinden alınmış gencin durumu buna uygundur. Sonra, aynı gencin, en az yirmi otuz yıl bilim alanında seçkinleşmesi gerekir, ki Şeyhülislâmlığa çıkabilsin. Şeyhülislâmın Bağdat Fethi’nde trajediye uğradığı, Bağdat’ın Moğollarca ele geçirilmesi ise 1258 yılına düştüğü düşünülsün. O tarihten 23 yıl öncesi 1215 yılı gerçekten Rum Selçukları sarayında bir başka trajedi oynanır.Bizans adamı Gıyasüddin Keyhusrev, savaş sırasında öldürülünce, tahta geçen İzzeddin Keykâvus, hem amcasını, hem küçük kardeşini boğdurup kumandanlarını yaktırır!
Abdülâzızin dedesi (Şeyh Bedreddin’in dedesinin dedesi) her kim olursa olsun, Bizans yanlı olan o Sultan İzzeddin şerrinden yakasını kurtarıp, amcası elinden İslâm halifeliğine sığınabilir. Her zaman ve her yerde “Ruhani” rol görünmez eliyle kaçanı kendine bağlar. Batı Ortaçağında barbar kralları dama taşı gibi kullanan Papalıktır; Doğu Ortaçağında, komşu devlet saraylarına parmağını sokan İslâm papalığı Abbasî Halifeliği, kendisine sığınan genci, bir gün yeri gelince kullanmak üzere yetiştirip, zekâsına göre en yüce bilginliğe çıkarmış olabilir.Menâkıbin sözleri birbirini tutar.
III- Şeyhin Dedesinin Dedesi Nasıl Öldürüldü?
Menâkıb, Abdülazizin dedesi için “Cengiz Han İLİNDE şehit oldu” diyor; Cengiz zamanında demiyor. Sözünün anlamını aşağıda biraz daha açıyor. Öldürülme sebebi, tam Şeyh Bedrettin’in şânına uygun bır ülkü ve düşünce yiğitliğidir :
“Nâsır î Tûsiye oldem arbede
“Eyliyen ol idi muhkem, ey dede
“İbn’î Hâcib’le ikisi, ey hümâm
“Idicek ilzâm ani beynel enâm
“Kaakıyıp ibn’î Hülâgûy’i lâiyn
“Itti anları Şehid anda hemiyn.” (Me, 7)
Burada anılan adlar, elyazmalarında çok görüldüğü gibi, Arapça harflerin kötü imlâ yanlışına kurban gitmiş görünüyorlar.Bedreddin’in babası “İsrail” iken, Câmiülfusûleyn ile Brockelmann’da “İsmail” olmuştu… Yanlışları ayıklamalıyız. Bir yol, anılan Abbas Halifesi Mu’tasanı olamaz : Müsta’sim olacak.Bağdat Moğollar eline geçtiği gün, Abbasi halifesi Mürtâ’sim- billâh idi. Ondan sonra, Abdülaziz’in dedesiyle “Arbede” (kapışma) yapan kişi de Nâsır Tûsi olamaz. Besbelli ünlü bilgin Nâsivrüddin’i Tûsi ile acem folklorcu ozanı Nâsır Tûsi birbirine karıştırılıyor. Hattâ, İbn’î Hacib’in birlikte öldürülmüş olduğu bile epey şüphelidir. .
Abdülazizin dedesiyle Nasivrüddin neden kapıştılar ?
Hülâgû oğlu niçin kızdı ?
Bağdad’ın Moğollarca ele geçirilmesi trajedisinde bütün tarihsel devrim trajedilerinde barbarların çağırılışına benzer büyük tarihsel ihanetlerden biri yatar. Halife Müsta’sım : Şiilere eğginlik gösteriyordu. Bir Şiî olan Müeyvedüd-din İbn’î Alkami’yi kendisine vezir yapmıştı. Bu vezir ile, gene Müstâ’sımın yakınlarından ve çağın bilgini sayılan Nasivrüddin Tûsi gizlice birleştiler. Cengiz oğullarından Hülâgû Hânı, gelerek Bağdat’ı alması için çağırdılar. Herşeyden habersiz Halife, Bağdat dışında Moğollara yenilince, dönüp kaleye kapandı.Kuşkulanmadığı veziri İbn’î Alkami ile Nasivrüddin Tûsi, Halifelere, görünüşte haklı bir teklif yaptılar. Kaleden dışarıya çıkıp Hülâgû karşılanır ise, vaktiyle Selçuk, oğlu Tuğrul Bey için Doğu’da, Atillâ’ya karşı Papaca Batı’da yapıldığı gibi, kan dökülmeden gelenler elde edilmiş olacaktı.
Halife, kurulan tuzağa düştü : “Devlet adamlarını ve kent ileri gelenlerini yanına alıp, mağrur Hânı karşılamaya çıkan Halife, bütün maiyyetiyle Tatarlar tarafından öldürüldü.”. .Menâkıb’ın anlattığı olay budur. Besbelli, Şeyh Bedrettin’in dedesinin dedesi de iki yüzlülüğe dayanamamıştı. Belki İbn’î Hâcib’le birlikte dönek Şü Nasivrüddin Tûsi’yi Hanefilik veya Mâlikilik adına “ilzam” (hapt) etmişler. Buna içerleyen Hülâgû oğlu da, safi düşmanlarını kılıçtan geçirtmişti.
“Meyyitini ehl’i sünnet aldılar
“Ebu Hanife iline kaldırdılar
“İkisinden gayri hem, ey din eri
“Vardı bin mikdar âlim, key çeri
“Cümlesi maktû oluptur bigünah
“Oldular fenâ fülâtünde tebah” (Me. 7)
Binlerce bilgin ve asker ölüsü arasından, İbn’î Hâcib sağ kalmış olabilir.
IV- Fetret Ve Konya’ya Dönüş
Menâkıb bir şey daha söylüyor :
“Fetret oldu ol arada ki, azim
“Cümle Rum’a nâzil oldular zebim” (Me. 7)
“Fetret” : Antika tarihte patlak veren her tarihsel devrimden sonraki devletsiz anarşi zamanlarına denir. Bu hangi fetretti ?
Uzak Doğunun Çin ve Hint medeniyetleriyle Yakın Doğunun Irak, Mısır ve Akdeniz medeniyetleri arasında en istikrarlı geçit İran yaylâsıdır. Çin ve Hintten kalkacak kervan, Akdeniz kıyılarına inmek için, İran yaylâsından aşıp gelirdi. Bu tarihsel karayolunun en işlek kuzey kestirmeleri üstünde Horasan ve Hvarzim ülkeleri gelişmişti. İslâmlıktan az önce, bitmez tükenmez Bizans – Acem savaşlarıyla tıkanmıştı. O zaman, Umman denizi üzerinden güney yolunu deneyen İslâmlık sahneyi tuttu. Tarihsel orta karayolunu açar açmaz, iç zıtlıklarla parçalandı. Bir sürü “Tavâlfülmülûk” bin başlı müslüman derebeylikleri orta yolu gene tıkadı. Bu sefer, Ortaasya yollarının eski bekçileri ve kervancıları işe elkoymak zorunda kaldılar. Cengiz ve oğulları, Takakifül-mülûk devletçikleriyle yaptıkları ticaret andlaşmalarının para etmediğini görünce kılıca sarıldılar. Daha doğrusu gerek Çin, gerekse İslâm medeniyetlerince elaltından saldırmâya kışkırtıldılar. Cengiz, Hvarzime karşı Bağdât Halifeliği ile Rum Selçukluları tarafından çağırılır. Hülâgû, bizzat Bağdat Halifesinin vezirleri tarafından çağırıldı.
Orta Barbarlığın tâze vurucu gücü, büyük Orta kervan yolunu kanla, demirle açtı. Zengin ticaret ve İslâmlık merkezleri : Buhara, Semerkand, Belli, Merv, Hcerat kentleri yakılıp yıkıldı. Çevrelerde ilişen yığınla kabile ve aşiretler, Batıya doğru ürkütüldüler. Cengiz zamanı 17 yıl süren Fetret çağında göçmen kuşlar gibi bilgin katarları akıntıyla Batıya sürüklendiler. Mevlânâ Celâleddin Rumî’nin babası Buharalı Emir Sultan, Şemseddin Tebrizi, Sadreddin Konevî, Burkhaneddin Mehmet Tebrizi, Ermiyeli Hüssameddin, Şehabeddin Süherversi, İdrisi, Cenâbî ve ilk, ve ilh… bunlardandı. . Anlaşılan, Abdülazizin babası da, bilgin katliâmı yapan Hülâgû oğullarından, aynı mekanizma ile yakayı kurtarınca yeniden Batıya kaçıp Konya’ya sığınmıştır. Ve Abdülâziz :
“Geldi Konya’da vücuda kendüzi
“Salı Alâeddin nesliydi özi” (Me. 7)
Bir nokta kalıyor : Âbdülâzizin dedesi Konya’dan kaçmışken, şimdi babası Konyaya dönebilir miydi ? Aradan yüz yıl geçmiş, kendisinden kaçılan İzzeddin Keykâvus çoktan ölmüştü. İzzeddin’in torunu II. Gıyasüddin’le birlikte Rum Selçuklar Moğol oyuncağı olmuşlardı. II. İzzeddin Mısır’la andlaştığı için azledildi. Kırım’da öldü. Üç oğlundan Mesud’u Abaka kovar, Mahmut Gaazân, Doğuya hükümdar yapar. II. İzzeddin’in üçüncü oğlu Feramürz’ün de üç oğlu vardır. Konya hükümdan II. Alâeddin, Şeyhin dedesi Abdülâziz ve Abdülmümin.
Bu kısa geçmiş Şeyhin alınyazısı olmuştur : 1-FETRET : Şeyhin soyunu yeriden oynatıyor. Dört kuşak yukarıdaki dede Cengiz akını sonuçlarıyla öldürülüyor. Aynı Uzak ve Yakın Doğular arası kervan yolunu, aynı ticaret amacıyla aynı Tatarlar 13. yüzyıl başında Cengiz,14. yüzyıl sonunda Timur adı altında açıyorlar. Bu “Aziym Fetret” in ikincisinde Şeyh Timur “Afet”ini gözüyle görmek için Tebrize dek koşacaktır. 2- Devrimcilik : Şeyhin atalarını ve halkçı geleneği Selçuklularda kazıyan İzzeddin Keykâvus’un Sivas’taki mezarına şöyle yazılmıştır. “Saltanat tahtından mezar evine indi. Hazineleri, gücü kalmadı. Gezisini yaşayışiyle birlikte bitirdi. İşte her şey böyle zevâl bulur.” . Demek Şeyhin soyu böyle kişilere karşı, halka yakındı. Onun için, o sarayları titreten yaman İslâmiyye devrimciliği, Şeyhin ruhunda parlayacaktır. 3- Ülkücülük; Şeyhin ataları inançları yolunda ölmeyi bilmiş, büyük fikir şehidi olmanın yüceliğine ermişlerdir. Abdülâziz’in dedesi : Medeniyetin biricik ölmez değeri bilim uğruna ilk büyük bayrağı çekmiştir. Şeyh o bayrağı dedelerinin elinden alıp, dünya saltanatı peşinde insanları ezenlere karşı çıkacaktır.
B – Osmanlılık Ve Şeyhgil
Şeyhin ataları, Rum Selçukluları sarayından uzaklaşınca, Bağdat’ta bir çeşit bilim hânedanı kurmuş oldular. Ancak, zamanın yaman kargaşalıkları ortasında kılıç ve baş kesin rolü oynuyordu. Her sahici müslüman, bilimi kılıç gibi kullanmak zorundaydı: Göçebe geleneğinin medeniyet ülkücülüğü kişileri ister istemez hem EVLİYA (Hâvâri, hem MÜCAHİD (kutsal asker) demek olan GAAZİ (Şövalye) yapıyordu. Şeyhgil de soyca yarı bilgin, yarı mücahit kesildiler.
I – Osmanlı Kuruluşu Ve Şeyhgilin Gaazileri
Adil oğlu Oruç’un yazdığı “Tevârih’i Al’i Osman’a göre,Osman henüz adsız binlerce gaaziden biri iken, yeğeni Aktimur ile Selçuk Sultanı Alâeddinden (şeyhin dedesinin kardeşinden) silâh yardımı alarak Karahisarı ele geçirdi. Bunun üzerine Alâeddin, veziri Abdülazizle (şeyhin dedesi ile) Osman Gaazi’ye : “Mısır hükûmdarlarından gelmiş Hz. Peygamberin ak sancağı ile tuğ ve alem ve değerli başka hediyeler gönderdi.
Osman Gaazi:
Gönder üzerindeki hilâli çıkartıp, büyük bir saygı ile otağı üzerine koydurdu.” Bay Kaygusuz : “Abdülaziz’in ve kimi  hısımlarının sonradan Osmanlılara geçmesi, mutlaka bu ilk tanışmanın tesiriyledir” (Keza, 31) diyor. Demek Osman Gaazi’nin tarihe ilk girişi, Şeyhgilin eliyle olmuştur. Öyleyken, Şeyhgilin en ufak mevki hırsı gözetmediler. Din düşmanı saydıkları hristiyanlığa karşı savaşmak onlara yetiyordu. Saltanatın ne olduğunu öğrenmişlerdi. Batıya karşı Osman oğullarına kavga yoldaşı olmaktan başka amaç akıllarına gelmedi.
Osmanlılığın kuruluşu gibi, en cesur fetihlerinde de Şeyhgilin payı hiç bir tarihte yazılmadık kertede büyük oldu. Osmanlı akıncısı olarak Çanakkale önüne geldikleri vakit, Şeyhin dedesi Abdülâziz yüz yaşını aşkın bir pirdi. Çoğu gaaziler gibi hem derviş, hem kılıç eriydi. Önce Mevlâna Celâleddin Rumi’nin has haremine emin oldu.
“Pire hizmete itmiş idi ol emir
“Şâhlar halinden olmuştu habir
“Hazret’i Mevlâna’ya ermişti ol
“Eşiğine nice yıl olmuştu kul.” (Me, 6)
Mevlânâ ölünce, Hüsameddin Rumî Çelebi’nin “Şamda’nına mum” olmakla yetindi. Saltanatı dervişlikle seve seve değişmiş, fukaralıkla kendisini hiçe saymaktan daha yücelik bulamamıştı: “İhtiyar etmiş idi fakr’ü fenâ-âna vird olmuş idi hamd’ü senâ” (Me, 6). Gaazinin anladığı “Fenâ : Yokolma” tekkede fodla öğütülüp, yasla da ölmek değildi. Olumlu işler görüp, yaratırken yitmekti. Hangi gün “Gazâ kapısı açılsa” Abdülâziz “Fiy sebil’il -lâh” (Tanrı yolunda) elde kılıç o kapıdan er meydanına ilk çıkan olurdu. Savaşta uğuru denenmişti.Beyoğulları (şehzadeler) Abdülâziz’siz kavgaya girmezlerdi.Yiğitliği yazılmakla tükenmezdi : “Önüne düşerler idi Gaaziler – Konsa dolardı oyalar, yazılar – Her gazâda bile olsa idi ol-Cümleye nusratla hak açardı yol” yüzyılı aşan tecrübesiyle hep ileriyi görürdü. Her dediğinin çıktığı denenmişti: “Bir sözü söylerdi ol günde ayân – Ertesi vaaki olurdu ol heman” (Me,6)
Altay, oymak öğütlerinden beri, Osmanlı yiğitlik geleneğinde: Üçler, Yediler, Kırklar vardır. Abdülâziz tayfası YEDİLERdendi: “Yedi kimse idi bunlar, ey civan –Heft encümveş yere taban olan.”. (Me, 7) Yeryüzüne ışık saçan bu yedi yıldızın başı Abdülazizden sonra, iki kardeşi gelir; biri Abdulmumin. Yürekli çeridir; Abdülâzizin bilgin oğlu (Şeyhin babası) İsrail dir. Genç İsrail hem Şeriat hem Cenk yiğitiydi : “Buyruğunu tutardı Allahın tamam – Hükm’ü Şer’a olmuş idi kalbi râm Dirler içli ana İsrail’i vakt – Cenge oldugu içün Azrail’i vakt” (Me, 8).
Şeyhgilden tarih denizinin yüzeyine çıkan beşinci baş :Abdülâziz’in kızkardeşi oğlu Tülbentli İlyas’tır. O sıra, her çeri “börk” denilen keçekülâhı giyerken o ak sarığı ile tanınırdı:“Kimse tülbent giymez idi ol zaman – Doğru börkler giyer idi her civan – Ak amâme sarıyor ol gördüler Lâkabın Dülbendli İlyas verdiler.”
En sonra gelmekle birlikte, adlarını güçleriyle Osmanlı tarihine sokmuş olan Şeyhgilin iki Türk şövalyesi: Hacı İlbeyi ile Gaazi Ece’dir. Bunlar Abdülâziz’in kızkardeşi kızının oğullarıdırlar. Babaları, hiç de Selçuk hanedanından gelmiyordu Menâkıb’da yalan yok : “Lik, nesli Âl’i Selçûki değil Gürgen tohumu dürerlerdi; öyle bil” (Me, 8). Bu gürgen tohumu çocukların atları vardı . Kılıçları hakkına “Nâmdâr ve küfre lâyık kimselerdi.” Tarihte değme Osman oğullarıyla atbaşı birlik ün bırakacaklardı.
II- Rumeliye Geçiş
Osmanlının Rumeliye geçişi, doğrudan doğruya Şeyhgil “Yediler” inin eseridir. Bir gün “Beşe Süleyman ile bu yedi acar” deniz kıyısında buluştular. Nasıl etsek te : “Rumeli İslâm ile bayındır olsa diye düşündüler. O gece “Şeyh Süleyman” bir rüyâ gördü: Bütün erler toplaşmışken, görünmez eller :
“Diktiler önüne bir kâfur mum
“Şûlesinde görünür aksây’i Rum
“Noş minâreler yapılmış ol zaman
“Okunur savt’ı bülend ile ezan.” (Me, 9).
Görüyoruz, Rumelinin fethi Osmanoğullarının rüyalarına Şeyhgil Yedilerinin baskısıyla girmiştir. O altbilinç karanlığında enerji kazanan ülküyü, bomba gibi Osmanlı bilincine çıkaranlar da gene Yedilerin başı olur. “Beğe”liği, sonradan “Paşa”lığa çevrilen Orhan Gaazi oğlu Süleyman “Kâfur mumu ışığıyla tüm Rum ilinde “Hoş minarelerden avaz avaz ezanlar okunur görüşünü yoldaşı Gaaziye anlatır anlatmaz o : “Dedi bir fethe işarettir, tamam! – Himmet idinüz geçelüm cümlemiz – Din uğruna yeğdür anda ölmemüz Yediler’in dinamizmi zincirinden boşandı. Abdülâziz’in yorumu üzerine : Beşe Süleyman, Gaazi Ece, Gaazi İsrail, Gaazi Abdülmümin, Hacı İlbeği ve arkadaşları, gemi ile karşıya geçtiler. Beşe Süleyman : “Az zamanda çok etti fütûh – Sonra attan düşüp teslim etti ruh.” (Me, 9) Süleyman’ı “Bolayırda kodular”. Türbesini yapıp, ertesi gün sağ kalanlarla gazâya çıktılar. Her davranış öylesine basitti. İş yapıldığı için, kişi tapıncı ile adam aldatmaya kimse kalkmıyordu.
Osmanlının Rumeliye geçişinde Şeyhgil’in oynadığı önemli rolü, resmî tarih de gizleyemez. Cihannümâ  daha çok ayrıntılar verir: Süleyman Beşe ilkin Ece Bey ve Gaazi Fazıl’la sözleşir.Bu adamlar Virancahisar denilen yerde Güğercinliğin aşağısından Çinihisar yanlarına geçerler. Orada canlı bir esir yakalarlar. Öldürmek şöyle dursun, esire “Hil’at” giydirirler. Gönlünü alarak, Hisar’a girilecek yeri öğrenirler. Onun üzerine, 80 kişi toplanıp, sallarla karşıya atlarlar. Hisar’ı ele geçirirler. Burada adıgeçen Fâzıl bey Şeyhin amcası, Gaazi Ece halasının torunudur.
(Kâtip Çelebi : Cihannümâ, Elyazması, No. 170, s. 682. Köprülü Meh. Pş. Kütüphane.)
Şeyh Bedreddin
Simavnalı Şeyh Bedrettin, 1420 tarihinde doğmuştur. Gerek Türkiye Devrim tarihinin, gerekse bütün insanlığın Sosyal Devrim tarihinin en ilgi çekici, en büyük kahramanlarından biridir.
Bu büyük devrimcinin hayatı ve yaşadığı devrin olaylarına kısaca bir göz atacak olursak şunları görürüz.
Şeyh Bedrettin’in zamanına kadar medeniyetler dıştan gelen barbar akınlarıyla -tarihsel devrimle- yıkılırlardı. Aksak Timur’un Yıldırım Beyazıt üzerine yaptığı akın tarihsel devrimlerin en sonuncusuydu. Şuursuz medeniyet yıkılışları karşısında ilk sosyal devrimi yapmaya çalışan, Modern çağın müjdecisi Bedrettin, düşünce ile davranışlarını birleştiren büyük bir kişidir. Düşüncelerini “Varidat” ve “Teshil” isimli kitaplarında söylemiştir.
Şeyh Bedrettin gençliğinde uzun seneler Mısır’da; fıkıh, kelâm… gibi zamanının ilimlerini tahsil etmiştir. O devirde halkın durumu yürekler acısıydı. Osmanlı Devleti, Padişah tarafından yönetilir; padişahın soyca yakınları olanlar; sultan, han, hünkâr ve hünkâr beyleri vb. adlarla ülkenin verimli topraklarını aralarında paylaşıp, topraksız köylüleri köle gibi çalıştırırlardı. Bu köylüler savaşlarda da asker olurlardı.
Buna karşılık Şeyh Bedrettin ve müritleri; halkın arasına karışıyor, toprakların onu işleyen, ona alın terini karıştıranların olduğunu, insanların kardeşliğıni öğütlüyorlardı. Şeyh Bedrettin bir ortaçağ köylü sosyalizmini ortaya koymuştu. Bu konudaki görüşleriyle, kendinden iki asır sonra gelecek olan ütopik (hayalî) sosyalizmin kurucusu Thomes Moore’dan daha ileri görüşlü ve gerçekçiydi.
Yıldırım Beyazıt oğulları arasındaki taht kavgaları sonunda; Sultan Mehmet diğer kardeşlerini yenerek tahta çıkmıştı. İleri görüşlü birkimse olan kardeşi Musa Çelebi ise Şeyh Bedrettin’den yanaydı. Sultan Mehmet; Musa Çelebiyi de yenerek Şeyh Bedrettin’i İznik kasabasına sürgün gönderdi.
Şeyh burada boş durmayıp; en sadık adamlarından Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’i halkı teşkilâtlandırmaları için Aydın ve Manisa dolaylarına yolladı… Aydın’a, oradan Karaburun dolaylarına giden Börklüce Mustafa, köylülerle ilişki kurdu ve görüşlerini kabul ettirdi. Bölgedeki Hiristiyan halkla da dostluk kurdu. Ve bir kısım topraklardan ağa-bey takımını atarak, toprağı hep beraber işlemeye, sosyal adaleti uygulamaya, kardeşçe yaşamaya başladılar. Durumdan endişelenen Sultan Mehmet, Saruhan (şimdiki Manisa) valisini üzerlerine gönderdi.Teşkilâtlanmış köylüler Valinin kuvvetlerini Karaburun’un dar geçitlerinde tepelediler.
Bu sırada Şeyh Bedrettin İznik’ten kaçarak Bulgaristan’ın Deliorman bölgesine gitmişti. Börklüce Mustafa’nın çok güçlü olduğunu öğrenen Sultan Mehmet bu sefer de Sultan Murad’ı büyük bir kuvvetle üzerlerine gönderdi. Zaten bunu bekleyen Börklüce kuvvetleri “düşman ordusuna on bin balta gibi daldı.”
Kahramanca çarpıştılar. 8 bini öldü. Diğerleri esir edildiler.Bu olayı, devrimci şairimiz Nâzım Hikmet; “Şeyh Bedrettin Destanı” kitabında şöyle destanlaştırır:
“Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber
hep beraber sürebilmek toprağı
ballı incirleri yiyebilmek hep beraber
yarin yanağından gayri her şeyde
her yerde
hep beraber
diyebilmek için
on binler verdi sekiz binini…”
Yenilen bu devrimcileri, Ayasluğ şehrine götürüp boyunlarını vurdurdular. Börklüce Mustafa’yı da kollarından bir deveye bağlayarak çarmıha gerdiler. Bir çok şehirlerde gezdirerek teşhir ettiler. Manisa dolaylarındaki Torlak Kemal’de aynı akıbete uğratıldı.
Bu sırada Deliormanda Bedrettin’in etrafında bir çok halk toplanmıştı. Teşkilâtlanmak üzereydiler. Bunun duyan Sultan Mehmet adamlarından bazılarını Bedrettin’in yanına göndererek, onun müritliğine geçmelerini söyledi. Aslında bunlar birer ajandı. Ve fırsatını kollayarak Bedrettin’i çadırında bastırıp bağladılar. Serez şehrindeki Sultan Mehmet’in yanına götürdüler. Öldürülmesine fetva çıkartıp Serez çarşısında bir ağaca astılar.
İşçi kardeş
Şeyh Bedrettin’in eyleminden çıkaracağımız şudur:
Bizi sömüren emperyalist ve kapitalistler, kendilerine karşı birleştiğimizi, teşkilâtlandığımızı görünce çeşitli oyunlar oynamaya çalışırlar. Kendi adamlarını aramıza bizdenmiş gibi göstererek sokarlar ve çalışmalarımızı sabote etmeğe uğraşırlar. Böyle kötü maksatla aramıza girmiş kimseleri hareket içinde devamlı kontrolla meydana çıkarmalıyız
______________________________________
(1) Molla Hafız Halil (Şeyhin torunu) : “Menakıb’ı Şeyh Bedreddin İbn’i Kadi İsrail”, yazılışı Fatih çağına çıkan manzum elyazması.1935 yılına gelinceyedek hiç bir yerde adını işitmediğimiz bu çok zengin eser başlıca kaynağımız olduğu için, oradan aldığımız pasajları yalnız parantez içinde rakam yazarak işaretleyeceğiz : Örneğin (Me, 7) : Menâkıbın yedinci sayfası demektir. Değerli düşünürümüz Bay Bezmi Nusret Kaygusuz.
(2) M. Şerafettin (Darülfünun İlâhiyat Fakültesi Tarih’i Kelâm Müderrisi) “Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin”, s. 4. 5. Evkaf Matbaası. 1341-1925. İstanbul. Yazar “Menâkıb“ı bilmediği için, Şeyh üzerine pek seyrek olarak ileriye sürdüğü kanılarında yanılır. Gene de Şeyhi ilk defa karanlıktan kurtardığı için emeğine teşekkür borçluyuz. Eseri için (M.Ş.) rumuzunu kullanacağız.
(11) Osman Gaazi’nin büyük oğlu Alâeddin, Orhan Gaazi’nin büyük oğlu Süleyman Paşalar, vezir idiler. Türkçede Paşa sözcüğü, Padişahınoğlu anlamına gelir. (Hamma c. I, Abdürrahman Şeref: ”Tarih’i Osmâni“, c. I, s.103)
(12) Selçuk Alâeddin’lerinden birisi 10 uncu Selçuk Şahı “Gıyasüddıin Keyhusrevin oğlu Alâeddin Keykubat 1:1220 ilâ 1237 (D. 617-536) dir; ötekisi : “Alâeddin Keykubad oğlu Gıyasüddin Keyhusrev oğlu İzzeddin Keykâvus”un oğlu Alâeddin Keykubad II dir. Bu 1393 ilâ 1401 (D. 697-700) yıllarında saltanat süren 15 inci Selçuk hükümdarıdır. Anlatılan olaylara yakın olanı, birinci Alâeddin’dir.
(13) 1193 ilâ 1202 (D. 589-599) yılları Selçuk Şahlığı yapan “Rükneddin, gizlice, dinsiz İsmailiye Partisi’nin taraftarı idi. Bir gün bir filozof (Hakim), ile bir derviş, hükümdarın sarayında ve huzurunda çekişiyorlardı. Derviş Hakimin kıyaslarına yenilince ona bir tokat atma kertesinedek içerledi. “Rükneddin ise bu çekişmeye hiç karışmadı. Derviş geri dönünce, Hakim, kendi huzurunda böyle kötü işlemlere uğradığından dolayı Rükneddine gocundu.” Hükümdar, ona şu karşılığı verdi; “Eğer ben filozofların doktrinini açıktan açığa savunacak olursam, halk hepimizi yokeder.” Aynı Hükümdar bir yaşlı kadının yoğurdunu çaldığı için, Nedimi güzel Ayaz’ın karnını deştirmiştir.“ (Hammer : Osmanlı Devleti Tarihi” Tercüme’den Mehmet Atâ c. I. s. 71. Bedrosyan matbaası, İstanbul,1329).
(14) Örnek;1202 de Şah Rükneddin öldü. Yerine geçen oğlu İzzeddin Kılıçaslan Hammerce 5 ay Saltanât süremedi. Konstantiniyye (Bizans)tan gelme Gıyasüddin Keyhusrev tarafından yenildi (1203 G. 600) O da 7 yıl sonra Savaşta öldürüldü (1211 G. 607) ve ilh.
(15) Abbasî halifelerinden Mu’tasam adını alan 2 kişi vardır. Biri Zekeriyâ bin İbrahim; Cengiz ‘den 200 yıl sonra Mısır’da görülmüştür. Ötekisi, Bağdat’ta hüküm süren : Mu’tesim-billâh: Rum Selçuklularından 2 ve Cengiz olayından 4 yüz yıl önce yaşamıştır. Nâsır’ ı Tûsi : Kadim Fars folklorunu 30 yıl uğraşıp 60 binden aşırı beyitle derleyerek “Şehname” anıt eserini yazan, büyük acem Homerosu sayılacak Firdevsi‘dir. Firdevsi’nin Bağdat’la ilişiği yoktur. Kendisi de Hûlagû’dan 2 yüzyıl önce yaşamıştır. İbn’î Hacib‘e gelince :Babası, Emir İzzeddin Salâhi’nin “Hâcip”liğini (kapıcılığını) yapan bir kürttü. Kendisi, mâliki fakiyhlerindendi. Mısır’ın Kons eyâleti, Esnâ kasabasında 1175 (d. 570) yılı doğmuş,1248 (D. 646) yılı İskenderiye’de ölmüştür. Menâkıb İbn’î Hacib’in Hülâgû oğlu elinde öldürüldüğünü yazıyor. Belki o sıra Bağdattaydı. Öldü sanılıp kaçmıştır.
(16) İbrahim Hakkı : “Tarih’i Umumi”, c.11, s. 8 – 9 – Karabet matbaası, İstanbul 1305.
(17) Hammer : c. I. s. 76, l.14, c.lll, s. 83
(18) Hammer : Keza
(19) Şeyhin babasının İsrail adı, Selçuklularla ilişiğini gösterir. Osmanlı Türklerinde İsrail yoktur. Adlarını torunlarına vermek eski barbar geleneğidir. İlk Selçuk’un kardeşi İsrail idi. Hammer cl. s. 65, 70)
(20) Menâkıb yazarı, Şeyhi Selçuk hânedanına bağlamakla öğünmeye düşseydi. Yediler arasına gürgen tohumu derlemekle geçinenleri katmazdı, hiç değilse o noktada susardı. Menâkıb’ı olağanüstü gerçek belgeliği kuşku götürmez. “Bu menâkıb içre ne kim söyledim – Şeyhten işitileri nakleyledim – Niceler Şeyhe menâkıb yazdılar- Yazdılar amma, havada gezdiler, derken Halil kuru “İddia” yapmaz.
0 notes
pryhon-blog · 6 years
Text
05.03.2018
Kafası yoğun olduğunda gidebileceği bir yeri olmalı insanın ; bu bir kişi de olabilir bir ev de. Asıl önemli olan kişinin kendini yoğun, yorgun ve deşarj olmuş bir şekilde hissettiğinde içindeki o şey... Bana kalırsa bir evi olmalı insanın ; şehirden uzak , havası temiz , sessiz ve sakin bir ortama sahip olmalı .Telefonun çekmediği bir yerde, ufacık olsa  bile bir bahçesi ya da üç beş saksıda çiçekleri olan bir ev... Bir ev olmalı ki çiçekler uğruna  olsa bile sık sık uğramalı oraya. Dolabında uzun vadede saklanabilecek ve doyurucu bir şeyler olmalı ve tabii üç, dört şişe de viski. Küçük bir şöminesi olmalı ve şöminenin dibinde de büyük��e bir kitaplığı... Çocukluğundan şu ana kadar okuduğu ve ilgisini çeken bütün kitapları orada olmalı ki hayatında özlediği her kesiti hatırlamak istediğinde o kesiti hatırlatan kitabı açıp okuyabilmeli. Birkaç defteri bolca kağıdı ve yeterince de kalemi olmalı söyleyemediklerini içinde tutmak yerine eline kalemi alıp en ince ayrıntısına kadar kağıtlara dökmeli. Birkaç tuvali ve yeterince de boyası kimsenin yorumunu ya da eleştirisini düşünmeden hayal gücünü içinden geldiğince tuvallere döküp orada saklayabilmeli. Orası dışarıdan bakıldığında bir ev olsa bile aslında insanın kendisi olmalı içinde sırları, sıkıntıları, dertleri ,yıkılışları kısaca içinden geçen içinde varolan ve sadece kendisine ait olan dışa vurmadığı her şey o duvarların içerisinde olmalı. Benim bakış açımda insan özgür ve rahat olmalı, bolca gülmeli hatta dalga geçmeli çok umursamamalı biraz gamsız olmalı ve bunlar için de ağırlıklarından arınmalıdır tam da bu yüzden bu bahsettiğim yere ihtiyacı vardır. Geçip giden günler sadece insan ömründen bir gün götürmez eğer kişi ağırlıklarından ve sıkıntılarından kurtulamadıysa onların esiri olur. Eğer esiri olursa sadece ömrümden bir gün eksilmez , kendi benliğinden kendini özel yapan her özelliğinden birer parça eksilir. Gün batımında ve her şey yitip gittiğinde, aynaya baktığında kendini bile göremez olur başka bir deyişle aynanın karşısındaki kendi bile olsa gördüğü bambaşka biri olur..
7 notes · View notes
kucucukbirmuptezel · 7 years
Text
Evet... İçinde hayırları, yıkılışları barındıran kocaman bir evet.
10 notes · View notes
bigalatakulesi · 3 years
Text
Tenim karıncalanıyor duyguların birbirine girdiği bu vakitlerde. Bedenimin ardında ruhum. Buğulu gözlüğümün ardında gün görüp geçiren gözlerim. Ve duyguları tarafından hedef tahtası ilan edilen yalnızlığı üzerine sinmiş adam olarak yazıyorum satırlarımı. Hüznüm dağları aşınca yolum hep buralara düşer. Çocukluğumdan bu yana kendimden başka gidecek dünyam olmadı. Çocukken de yazamadığım zamanlar, kelimelere gömlek dikemediğim zamanlar; yorganın altına girip büyümeyi dilerdim. Çünkü büyüyünce hepsi geçecek diye düşünürdüm. Nitekim büyüdüm. Kederlerim, boynu bükük duygularım iyi kötü ne varsa benimle büyüdü. Fakat değişmeyen tek şey kaçışlarım oldu. İnsan, hep içine içine kaçıyor bedeninin bulunduğu dünyadan. İnsanlar da sanıyor ki bedenin hayat sürdüğünde bedeninle beraber yaşıyorsun. Bu serüven sürerken yıkılışları; dünyaya ve zamana yüklüyor insanoğlu. Hani olmasını istemediğimiz bir olay oluverir bir anda. O olayları “keşke” kelimesiyle bir olup zamana ve dünyaya yıkıyor insanoğlu. Bir tek eşyalar eskir sanırdım. Eskidiğimi hissediyorum bu aralar. Meğer insan da eskiyebiliyormuş. Eskimiyorsak neden sarıp sarmalayıp sonunda dünyadan uğurlanıyoruz. Neden sevdiklerimiz eskimiş muamelesi yapıyor. Bilemiyorum. Zaten birçok soruyu cevap aramak için geldiğim dünyada; her daim sorular biriktiriyorum. Çocukların misketleri ceplerine doldurduğu gibi her daim sorular dolduruyorum. Sonunda da hep kendime yeniliyorum. 
1 note · View note