7 EKİM 2022
Ali için, her zamanki sabah başlıyordu. Dışarıda onu görene kadar... O uçurtmayı...
Ali, daha pijamasını bile değiştirmeden, üstüne incecik bir hırka alarak, ev terlikleriyle koştu dışarı... Kırmızı uçurtmayı takip ederek... Bir yandan da, "Vefa!" diye bağırıyordu. Sokaktan geçenler, sabahın köründe koşan bu deli çocuğa bakıyorlardı... Ali'nin Vefa'nın uçurtması sandığı şey, Ali'yi karakola kadar götürdü.
Ali, şaşkınlıkla kapı önündeki 34 BRK 11111 plakasına bakıyordu...
Delikanlının içeri girdiğini, hiçbir polis fark etmedi. Ali, yine içgüdüleri sayesinde, komiserin odasını bulana kadar da fark etmediler. Kapı aralıktı, komiser konuşuyordu.
"Babamla aile içi şiddetli geçimsizlik yaşadığımız için, bir sinir harbiyle babam Kenan Yağızoğlu'na iftira attığımı bildiririm; polis teşkilatını bu konuda oyaladıysam, saygılarımı kabul buyurunuz... Berk Yağızoğlu, yeni ifadeni doğruluyor musun?"
"Evet," dedi Berk.
"Bu dediğin, babanı hapisten kurtarmayacak, farkındasın değil mi...?"
"Evet, farkındayım, anahtar halen mevcut..."
"Pekâlâ, güle güle."
Ali, kapıdan hemen çekti kendisini. Berk kapıdan çıkınca, komiser hayretle izledi karşılaştığı manzarayı. Berk,
"Ali!" diyordu... "S-Senin burada ne işin var?"
Ali hiçbir cevap vermedi, sadece başını iki yana sallayarak, bir tokat çarptı Berk'in sağ yanağına... Ege'nin, partideki Çağrı'yı bayıltmak için aşk ettirdiğinin bir tık daha hafifiydi. Berk, hayret ve acıyla yanağını tutarken, Ali, "Benim Arap ve Zeyno'dan başka kardeşim yokmuş..." dedi ve çıktı gitti.
*****
"Baba!"
"Çağrı?!"
Delikanlı, notu fazla ciddiye almıştı. "Baba, ben bunu kullanmadan al bunu benden."
Önder, eline tutuşturulan pakete baktı. Dopdoluydu. Çağrı yeni almıştı ama, içkiden kurtulmaya çalışan alkoliklerin bütün şişeleri yere dökmesi gibi, paketi babasına "emanet" ediyordu...
"Sen bunu hangi parayla aldın...?" diye sordu Önder.
"Hiç fark etmedin değil mi..." diye güldü Çağrı. "Gözlerime baksan, görecektin morluklarımı... gözbebeklerimin büyüklüğünün değişip durduğunu falan... Şöyle bir etrafına baksana baba, sence eşyaların halen tam mı...!"
Önder gerçekten etrafına bakındı, ama halen anlayamamıştı. "Aptallığıma ver Çağrı..."
"Evet, aptalsın, aptalsın gerçekten!" diye bağırdı Çağrı. "Hep Vefa, hep cinayet... Hep Yağızoğlu Koleji'nin öğrencileri... bi' tek ben değil! Kerem Tunçeri imzalı basketbol topunu görebiliyor musun, ha?"
"Çağrı, onu sen...?"
"Tebrikler baba, bildin!" diye bağırdı Çağrı, artık iyice saygısızlığın gazına basmıştı. "Çok özür dilerim, muhtemelen imzalı basketbol topundan önemli değilim!"
"Saçmalama Çağrı, sen benim her şeyimsin!"
"Öyleyse neden çığlığımı duymuyorsun?! Baba, sana ihtiyacım var! Sadece benim değil, Leyla'nın da... yardımına ihtiyacımız var! Sen bizim hocamızsın, ama şu anda en çok ilgiye biz, ikimiz ihtiyaç duyuyoruz! Berk kendini kurtarabildi, ama biz... Allah aşkına, bir kere de şu Vefa konusunu kapat da, bana yardım et!" Çağrı ağlamaya başladı.
"Senin için ne yapabilirim oğlum?" diye kekeledi Önder.
"Geliyor, hissediyorum..." dedi Çağrı. "Şimdi n'apacağız biliyor musun, odama geçeceğiz, sen kendime zarar verebileceğim her şeyi ortadan kaldıracaksın. Sonra beni içeriye kilitle, ne kadar bağırırsam bağırayım, beni sakın çıkarma."
"Oğlum, korkutuyorsun beni!"
"Sadece dediğimi yap! Birazdan, 'Yalan söyledim, bak baba, düzeldim, ha'di beni çıkar,' gibi şeyler söyleyebilirim. Hiçbirini dinlemeyeceksin. Hiçbirine inanmayacaksın! N'olursa olsun beni dışarıya çıkarmayacaksın, tamam mı..."
Önder dediği gibi yaptıktan kısa bir süre sonra, Çağrı'nın krizi, tahmin ettiği gibi gerçekleşmeye başladı. Çağrı odasındaki bütün eşyaları kırıp dökmeye başlamıştı bile. "Öldürün beni!" diye bağırıyordu içeriden. "Öldür beni, yaşamak istemiyorum! Allah'ım, bunun başıma nasıl bir ağrı verdiğini bilmiyorsun, beynime...!"
Delikanlı, pencereyi açarak, demirliklerden seslenmeye çalışmıştı: "Bana yardım edin! Babam beni zorla bu odaya kapattı, imdat!"
Önder, dışarıdan bir yanlış anlaşılmayı engellemek için fırladığında, yakınlarında oturan Duru da dâhil olmuştu mahalledeki kalabalığa. İşin magazin kısmındaydı. Canlı yayın açıp, Çağrı'nın krizini sosyal medyaya duyurmaya çalışıyordu...
Bu bildirim, ilk olarak Berk'in telefonuna gitti.
*****
Şaşkınlıklar, Berk'in yakasını bırakmıyordu. Sarışın delikanlı kapıyı açtığında, karşısında Kenan Yağızoğlu'nu buldu. "S-Sen..." diye kekeledi.
"Evet, ben, benim Kabil oğlum, ben, Kenan Yağızoğlu... Ne bu böyle? Hato'dan sonra, bi' de hamster mı almaya karar verdin...?"
"O-Ozan'ın o..."
"Gereksiz detaylarla vakit kaybetmeyelim," diyen Kenan, Berk'i içeri çekerek kapıyı kapattı.
"Na-Nasıl çıktın sen?"
"Firar ettim!" dedi Kenan. "Tıpkı senin yapmaya çalıştığın gibi!"
"Bu doğru olamaz..."
"Sana söylemiştim, Berk... Sana, 'Beni delil yetersizliğinden salıverirler,' demiştim...!"
"Ama o... o anahtarlık sendeymiş..."
"Ömrümde hiç görmediğim bir anahtarlık o!" diye gürledi Kenan. "Senin yüzünden nasıl laflar işittim, biliyor musun? Bana 'tacizci' dediler! Tacizcilere hapishanede ne yaparlar haberin var mı? Gerçek tacizciler beter olsunlar, ama ya benim gibi kader mahkûmları...? Kurunun yanında yaş da yanmasın diye, ne kadar paraya boğdum o koğuştakileri, senin bunlardan hiç haberin var mı Berk...? Ama n'oldu, yalancının mumu yatsıya kadar yandı işte... gerçek katil ortaya çıktı. Vedat Narinses, teslim oldu."
Berk, babasının o adamı çoktan satın aldığını anlamıştı. Vedat, para karşılığında Kenan'ın suçunu üstlenmişti işte. Berk, "Bana n'apacaksın?" diye sordu. "Öldürecek misin beni?"
"Bak evladım..." diyen Kenan, Berk'i elinden tutarak koltuğa götürdü. Berk, yaşadığı şok üstüne şok yüzünden bayılacak gibiydi. "Senin rahmetli deden... askerdi. Çok sert yetiştirilmişti, o da aynı sertliği, benim üzerimde uygulardı... armut dibine düşermiş, ben de sana sert bir baba oldum... ama artık olmayacağım. İçer'de çok düşünme fırsatım oldu. Benim tek bir oğlum var... artık yeni bi' sayfa açalım. Hem zaten... şunun şurasında ne kadar vaktimiz kaldı ki birlikte...?"
"Zeki'nin gösterdiği rapor... doğru muydu?!"
"Sen halen benden şüphe mi duyuyorsun!" diye biraz hiddetlendi Kenan. "İnanmadıysan kanser olduğuma, neden ifadeni değiştirdin?"
Berk için şu anda yapılacak en iyi şey, babasının elini tutmaktı. "Özür dilerim baba..." diye o eli öptü.
"Ben gerçekten de çok hastayım, Berk," dedi Kenan, numarasını daha inanılır kılmak için, "Ama bu, dördümüzün arasında bir sır olarak kalacak..." diye de ekledi.
"Bir sen, bir ben, bir de Avukat Zeki'yle Doktor Cem..."
"Hay ağzın bal yesin... bak Berk, bu bir kanser hastalığı, beni sana karşı daha şefkatli bir baba haline getirmeyecek, ama en azından deneyeceğiz... hayatımızda ilk defa, normal bir baba-oğul olmayı deneyeceğiz..."
Bu birkaç cümle tüylerini diken diken etti. Samimi olup olmadığını bilmiyordu, ama Kenan'ın yüzündeki nemlilik öyle olduğunu söylüyordu. Her ne kadar temkinli davranması gerekse de en azından şimdilik ona, onun istediği gibi sarılabilirdi. Hayır, Berk'in istediği gibi... özlemini çektiği gibi. Gerçek bir baba-oğul gibi sarılabilirdiler... En azından belki de bir daha tekrarlanmayacak birkaç dakikalık bu fırsattan yararlanabilirdi Berk. Sanki hep böyle bir baba-oğul imişler gibi kendini kandırabilirdi.
Şu anda babaya sarılmak hissi gerçekten de çok tuhaftı.
*****
Berk'in bıraktığı notu, Çağrı kadar dikkate almayan Ege, babasıyla konuşurken dünyadan soyutlanırdı. Bütün telefonları uçak moduna almış, bütün perdeleri çekmiş, hatta bütün ışıkları kapatmıştı. Sadece bilgisayarının ekranının ışığı parlıyordu loş olan ortamda. Skype üzerinden, "Canım oğlum," dedi babası. "Nasıl gidiyor?"
"Halen ailem tarafından terk edildiğime inanıyorlar..." diye cevap verdi Ege. "Annemle ayrıldığını bilmiyorlar bile. Baba, sırada ne var?"
"Saati deşifre etmeleri lazım... o işler ne durumda?"
"Ali'nin, en son saati çok güvenilir bir teknoloji uzmanına verdiğini öğrendim... bunun için, borca girmiş annesi. Bu iş uzun sürecek... baba, katili sen bilmiyorsun öyle değil mi?"
"Hayır..." dedi Efe. "Ama son olarak içeri giren Vedat'ın da katil olduğunu düşünmüyorum... Bence Kenan bile değildi... Sen sormadan söyleyeyim... cesedin nereye kaçırıldığına dair bir fikrim de yok."
Efe, Ege'nin bu kadarını bilmesinin yeterli olduğunu düşündü.
Oğlunu daha fazla tehlikeye atamazdı.
"Seni seviyorum baba," diye görüşmeyi sonlandırdı Ege.
Nihayet, diğer bütün teknolojik cihazları açmaya, evin aydınlığını maksimuma ulaştırmaya, vesaire sıra gelmişti. Ege'nin telefonu, uçak modundan çıkarılır çıkarılmaz, tuhaf bir şekilde çalmaya başladı.
"Önder hoca?"
"Ege..." diye telefonda adeta yalvardı Önder. "Çağrı çok kötü durumda, ona ancak sen iyi gelebilirsin!"
Ege koşa koşa çıktı evden.
*****
Kenan, salonda telefonunu karıştırmaya başlamıştı. Öyle özlemişti ki bu teknolojik mereti...
Berk'e de yapacak başka bir şey kalmıyordu. Özellikle de, canlı yayınını izlemesi için davet üzerine davet gönderen Duru varken. Ne kadar zaman geçti bilmiyordu, sarılmaları yarım saat sürmüş gibi gelmişti ama, gerçekte beş dakikacık bile olabilirdi. Berk, Çağrı'nın krizini, geç de olsa naklen izlerken, Kenan'a bir mesaj geldi:
"Kenan Bey, müsaitseniz evinizde görüşebilir miyiz?"
Kenan, Ali'nin gelmesini onayladı, ama Berk'i evden şutlamalıydı şimdi. "Berk! Seni böyle görmek istemiyorum. Sen Kenan Yağızoğlu'nun oğlusun... git biraz hava al."
"B-Ben de onu rica edecektim... ama bilemedim ki... sen... izin verir misin..."
Evet, Berk kekeliyordu; çünkü Çağrı'nın yaşadığı kriz, kendisine gözünün önünde duran şeyi fark ettirmişti...
Tıpkı Ege'nin dediği gibi; gözünün önündeydi, iyi bakmamıştı sadece!
Krizler, klinik sorunları olan kişileri bulurdu... Çağrı gibi... Cemre gibi... Fakat Cemre için bile, o mezar başındaki kriz çok fazlaydı... gerçekten, Cemre'nin hiç alakası yoktu Vefa konusu ile...
Cemre, ancak ve ancak Vefa'nın cinayetiyle ilgili bir kişi olabilirse, öyle bir kriz geçirebilirdi.
Ve bir de, o anahtarlık... Berk'in evine, onun tarafından getirilmişti.
Bizzat Cemre tarafından...
"Allah'ım ben çok kötü bir şey yaptım..." diye geçirdi içinden Berk. Babasını ilk görüşünde, Vedat'ı satın alan bir katil olduğunu düşünüyordu, ama şimdi, aynı şeyi yapan bir masum olduğunu görebiliyordu nihayet... "Bir masuma iftira attım... babama iftira attım ben..."
"Baba," dedi, "Annemin de kanserinin türü... aynı mıydı?"
"Evet," dedi Kenan.
"Babacığım, ben annemden sonra seni de kaybetmek istemiyorum!" diyen Berk, ikinci bir sarılma için hazır olup olmadıklarını bilmiyordu. "Bana söz ver! Ölmeyeceksin!"
"Ancak bir şartla Ölüm'e kafayı tutacak gücü kendimde bulabilirim..." dedi Kenan.
"Nedir?"
"Derya Hanım, Berk. Ben ona fena halde abayı yaktım, onu nikâhıma almazsam, gözlerim açık gider..."
*****
Önder'i, bir süredir ses çıkmayan odanın korkusu sarmıştı. Çağrı, bir süredir cevap vermiyordu. Kapıyı acilen kırsa mesela, karşılaşabileceği manzaradan çok korkuyordu genç öğretmen. Müdahale etmesi gerektiğini de biliyordu, ama bacakları harekete geçmiyordu... Bir panik atağa benziyordu yaşadığı durum.
"Hocam?" diye bir ses geldi.
Adamın gözlerinden yaş akmaya başladı.
"Tamam, ben hallederim."
Ege, Önder'den aldığı anahtarla kapıyı açarken, babasının Çağrı'yı bir saniyeliğine görme fırsatı oldu. Yerde yatıyordu oğlan. Kendisine zarar vermediğini biliyordu, bütün kesici ve delici aletleri bizzat kaldırmıştı elleriyle Önder...
Ege hafifçe, "Çağrı," diyerek elini uzattı. Esmer delikanlı, "Çok zor nefes alıyorum Ege..." dese bile, elini kavradı arkadaşının. Ayağa kalktıktan sonra, hayali bir kravatı, çözmeye çalıştı. Ege, halüsinasyon olduğunu anladı bunun.
"Çağrı..." dedi Ege. "Gel şöyle oturalım."
Delikanlı, Ege'nin kendisine o günkü gibi sarılmasına izin verdi.
"Şimdi gözlerini kapa Çağrı... Bak, burada değiliz. İkimiz birlikte, sahilde yürüyoruz. Dalgaların sesini duy... ayak izlerimize bak... dalgaların gelip onları sildiğini görüyor musun? Benim kumlara yazdığım ismi de görüyor musun...? Dalgalar gelip silebilir ismini kumlardan ama kalbimden asla..." *
"Ege..." dedi Çağrı. "Kliniğe gitmek istemiyorum..."
"Ben de seni özlemek istemiyorum..." Ege güldü. "Ama Berk'in bir lafı vardı, hatırladın mı onu?"
"Neydi o?"
"Özlemek iyidir... bazen ilişkilere de ara vermek gerekir..."
Cevap yoktu.
Uyuyakalmıştı Çağrı.
*****
"Geçmiş olsun..." diyerek kapıyı açtı Kenan.
"Asıl si-size geçmiş olsun... Kenan amca..."
Kenan, Ali'ye gülerek baktı ama, delikanlının gözlerinin içine baktığı yoktu. "Katil onca zaman mahallenizdeymiş... yüzünüze bakmış, selam vermiş... Neyse, bunları ofisimde konuşalım. Evimin kurallarını biliyorsun, ayakkabılarını giyebilirsin halen. Dağınıklığın kusuruna bakma, oğlumun işleri... gerçi tahmin ettiğimden daha az dağılmış buldum..."
Ali, hiçbirine cevap veremedi. Yüzü kıpkırmızıydı. Kenan'ı, ofisine kadar takip etti sadece. Kenan'ın gösterdiği koltuğa oturdu, konuşmaya başladı:
"Vedat abi hiç kimsenin görüşüne çıkmıyor... alışkanlıktan Vedat abi diyorum halen. Yaptığı itirafa bakılırsa, o gece Vefa, kendisine dair bir sırrı öğrenmiş. O sır açığa çıkmasın diye... çocuğu okulda köşeye sıkıştırmış. Ondan sonra da... Vefa'yı atmış... o çatıdan..." Ali, Berk gibi kekeliyordu ama, nedenleri farklıydı. "Suç size kalınca, Kenan amca; evinize gizlice girip o anahtarlığı bırakmış. O anahtarlığa ulaşması zor değildi... ama sonra, vicdanı el vermemiş işte. Sizin de bir oğlunuz varmış, suçunu itiraf etmeye karar vermiş Vedat."
"Bütün bunlardan bana ne?"
"Bilmek istersiniz diye düşündüm..."
"Bilmek istediğim şu... neymiş o sır? Buna bir cevabın var mı?"
"Hayır, yok... tahminim var sadece. Arap söyledi. Vedat'ın içeri alınma sürecinde, Arap'ın annesiyle boşandığı ortaya çıkmış... bundan başka da Vefa'nın öğrenebileceği bi' sır yok... bunu neden o kadar büyütmüş gözünde? Neden Vefa'yı öldürecek kadar ileri gitmiş Vedat? Bunlara bir cevabım yok. Ama size bir özür borçluyum."
"Kuru bir özürle geçiştiremezsin," diye kollarını kavuşturdu Kenan. "Senin yüzünden bana 'tacizci' dediler! Kitabı kapağına göre yargıladınız hepiniz..."
"Biliyorum, çok özür dilerim, ve kendimi bir hediyeyle affettirebileceğimi düşündüm, kabul ederseniz..."
"Neymiş o hediye?"
"Hediyem şu..." diyen Ali, başını kaldırdı. İlk kez Kenan'ın gözlerinin içine bakıyordu. "Baba."
"Sen... biliyor musun?! Bile bile mi hapse girmeme göz yumdun!"
"Sen hapse girdikten sonra itiraf etti annem... her şeyi ayrıntılarıyla konuşma fırsatımız olmadı tabi', o kadar üst üste olay yaşandı ki... bu sır, üçümüzün arasında kalabilir mi baba? Vakti geldiğinde... Berk'e ben söylemek istiyorum."
"Sanırım ben de böyle yapardım..." dedi Kenan. "Bak Ali, Berk'in annesiyle evliyken, annen girdi hayatıma. Ben 'Hayır' diyemedim, zaten sizin yaşınızda bile aldatmalar mevcut, bu durumun açıklamasını yapmam zor, hem yıllar da geçti üstünden... Sonra sana hamile kalmış, sakladı benden. Kendini öyle bir kaybetti ki, ikimizi yan yana gören bir şahit bile kalmadı geriye... seni Ahmet Öztürk'ün nüfusuna geçirtmiş, gerisi bildiğin hikâye... ama ne biliyor musun, baban olduğumu öğrendiğin halde, benim hapiste kalmamı öylece seyretmene kızmıyorum şimdi... dediğim gibi, sanırım ben de öyle yapardım..."
"Ben artık kaçayım... Arap'ın yanında olmam gerekiyor..."
Konuşma, tam istediği gibi gitmişti Kenan'ın. Ali'nin yaşadıkları kafasını yormuştu, kalbini yormuştu, aklına bırakın Vefa'nın yaşıyor olma ihtimali, Vefa'nın kendisi bile gelmiyordu... Kenan'ın gençliğinde Derya'yı da ceza odasına kapatması, Bilal'i tehdit etmesi gibi suçlar, maziye karışıyordu... "Gel buraya," dedi Kenan. Kollarını açmıştı Ali'ye. Esmer delikanlı, ona sarılmak için koşmadan önce, gözyaşları aktı. Bütün yorgunluğu o yaşlara karışıyor, Kenan'ın boynuna damlıyordu şimdi... Ali'nin kucakladığı, sadece Kenan değildi. Ahmet'ti aynı zamanda.
"Oğlum..." dedi Kenan. "Sen benim oğlummuşsun Ali... Canımmışsın, oğlummuşsun sen benim..."
*****
Berk, Cemre'yi okulda buldu. Eski bir aplikasyondan ulaşmıştı konumuna. Eksiden, ilişkileri çok "toksikken" kullandığı bir uygulamaydı... Telefonundan kaldırmayı unuttuğu için, şimdi işine yaramıştı.
"Senin ne işin var bur'da?" diye sordu Cemre.
"Sen kimsin?" diye sorusuna soruyla cevap verdi Berk. "Ve benim tanıdığım, sevdiğim Cemre'me n'aptın?"
"Ne saçmalıyorsun Berk!" dedi Cemre. "Sen hangi sıfatla bana karışıyorsun!"
"Her şeyi çözen kişi sıfatıyla," diyen Berk, kollarını kavuşturdu. Cemre, önce Nesrin'in yaptığı gibi inkâra kalkıştı.
"Ne dediğini anlamıyorum. Hiçbir şey anlamıyorum gerçi..."
"O anahtarlığı bizim eve sen koydun..." dedi Berk. "Önce anlamamıştım. Ama sonra, Vefa'nın mezarı başında geçirdiğin krizden sonra... Vefa'yı sen attın çatıdan. Sen, okulun en iyi koşucusu, Denizkızı Cemre Yılmaz... Vefa'yı öldürdüğün gibi, aşağı koşabildin. Konserden hiç ayrılmamışsın gibi oldu. Yüzlerce davetlinin arasına karıştın, ve hepimizin şüpheli listesinin sonuna adını altın harflerle yazdırdın... ama ne biliyor musun... ben halen bunun, sen olmadığına inanıyorum... senin içinde başka bir Cemre var..."
"N'apacaksın?" diye sordu Cemre. "Beni ihbar mı edeceksin?"
"Neden öyle bir şey yapayım Cemre! Ben senin düşmanın mıyım?"
"Değilsen bu ne?" diye elindeki piyano saatini gösterdi Cemre. "Okulda, piyano çaldığını benden başka bilen yok..."
"Okulda piyano çalan tek kişi ben miyim...!"
"Ama Hazal'a, Ege'ye ve Çağrı'ya bazı notlar göndermişsin..."
"O iş farklı!" diyen Berk, Cemre'yi en yakındaki banka oturttu. "Ben kaçacaktım, uzaklaşacaktım bir süre buralardan. Tam o sırada, babamın hapisten çıkmakta olduğunu öğrendim. Suçunu Vedat üstlenmiş. Ona bir şey çaktırmadım ama, şu an bu sırrı bilen iki kişi daha var... senle ben... ve seni de, babamı da koruyacak bir çözüm üretmeye çalışıyorum."
"Peki ya Vedat?"
"O kısmı bir süre ertelemek zorundayım... çünkü merak ediyorum Cemre... neden? Neden Vefa'yı öldürdün?"
"Her şey Hazal'ın suçu..." dedi Cemre. "Önce seni elimden almaya çalıştı, sonra Vefa'yı... ben Vefa'yı sevdim Berk. Senden de, Ali'den de çok onu sevdim!"
Berk, yutkunmakta zorlanıyordu. "Öyleyse neden Hazal'a saldırmadın..." diye sormayı başardı. "Neden öldürdüğün Vefa oldu?"
"Hiçbiriniz anlamıyorsunuz... 'Ya benimsin ya kara toprağın,' lafı, şu Vedat'ın büyük oğlu gibi krolara ne kadar da yakışıyor değil mi... siyah pantolon, beyaz ayakkabı giyen, bir elinde silah, bir elinde gül olan tiplere... Ama ben de Vefa'yı öldüresiye seviyordum. Eğer benim olmayacaksa, hiç kimsenin olmayacaktı."
"Peki ya Ali?" diye sordu Berk. "Ha'di beni geç, ben senin en fazla ikinci yedeğin olabiliyormuşum, Ali'nin yüzüne nasıl bakabiliyorsun? En iyi arkadaşını öldürdükten sonra, onu sevdiğini nasıl itiraf edebiliyorsun kendine? Geceleri nasıl uyuyabiliyorsun?"
"Sen beni aldatmana rağmen, beni sevdiğine nasıl inandırabiliyorsan kendini, öyle Berk..." dedi Cemre. "Başlangıçta her şey bir oyundu! Ona yaklaşacaktım ki, Vefa meselesini fazla kurcalamasın... ama işler çığırından çıktı..."
"Teslim olman lazım," dedi Berk. "Eğer teslim olursan, iyi halden düşer cezan... pişman olduğunu söylersen falan... bak Cemre, bu saati kim, ne amaçla dolabına bıraktı bilmiyorum ama, zaman gerçekten de aleyhine işliyor... halen on sekiz yaşının altındayken, gidip itiraf et... ıslahevine konursun en fazla, hapishaneye gitmezsin..."
"Hayır, olmaz," diye başını iki yana salladı Cemre. "Ben or'da yapamam!"
"Madem ıslahevinden bile bu kadar korkuyorsun, neden işledin böyle bir suçu? Yanlışlıkla mı oldu, ha? Söyle, belki de kazara itmişsindir Vefa'yı..."
"Hayır, bilerek, isteyerek ittim onu!" dedi Cemre. "Onu öldürünce, içim garip bir huzura erdi. Ben kötüyüm belki de! İnsanlar öyle değil midir Berk, bi' iyiler vardır, bi' de kötüler...!"
"Öyleyse ben de kötüyüm!" diye bağırdı Berk. Sonra etrafına baktı, yalnız olduklarına iyice emin olduktan sonra devam etti: "Geç arabama, bunları daha fazla uluorta konuşamayız."
Berk, Cemre'yi arabasına bindirirken, plakasının 11111 oluşuna dikkat etti... en son, o kasetlerden çıkan görüntüler gelince aklına, Vefa konusunda bir kez daha vicdanı sızladı.
Ama onun önem listesi böyleydi, hayatta en sevdiği insan annesi, sonra Cemre, sonra Hato olunca... Vefa, Vedat gibi isimlerin hiçbir ehemmiyeti kalmıyordu.
*****
Serdar adındaki genç adam, dükkânını kapattıktan sonra, oraya gitti, Eskici Niko'ya. Bu yaptığının yanlış ve tehlikeli olduğunu biliyordu, ama başka çare kalmamıştı. Saati kendisine yapması için emanet edenler, binlerce lira döküp saçmıştı... orta halli bir aile oldukları belli oluyordu, bu işi çözemezse, kendisini asla affetmeyeceği kadar dürüst bir teknoloji uzmanıydı Serdar... ama teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, Niko gibi eski emektarlar, teknolojiye üstün gelecekti.
"Geç kaldın bre, kapatmak üzereydim dükkânı Serdar!" dedi adam.
"Abi, bi' bakıversen şuna..." diye cevap verdi Serdar. "Anlamıyorum ki, neyi yanlış yapıyorum!"
"Tamam, ama yarın bakayım," dedi Niko.
"Eğer yapabilirsen, ödemenin yüzde kırkı senin!"
"Yüzde altmış," dedi Niko.
"Kırk beş."
"Elli beş."
"Ellide anlaşalım."
"Dedemle uğraşamazsın," diye sırıtarak biri girdi içeri, "Bence fifty-fifty, çok iyi bir anlaşma dede, kırma Serdar abiyi."
"Kız, Mavi, hoş geldin! Sen de olmasan, keçi gibi inat eder bu yaşlı tilki!"
"O saate bakabilir miyim?" diye sordu Mavi.
"Hayırdır kuzum, sen saatlere merak salmazdın?" dedi Niko.
"Bu çok tanıdık geldi de... Serdar abi, sana kim getirdi bu saati?" diye sordu Mavi Serdar'a.
"Valla meslek sırrıdır Mavicim, söylenmez..."
"Benden de mi? Belki ben de saatçi olacağım? Belki ben, iler'de dedemin mesleğini devralacağım...?"
"Tamam, tamam, gençlere kafa tutulmuyor, sen kazandın..." diye ellerini kaldırdı Serdar. "Senin yaşlarında bir çocuktu aslında... böyle kavruk tenli... 'Hayat-memat meselesi,' dedi... kim bilir ne sırlar var bu saatin içinde."
Mavi'nin aldığı nefes, yemek borusuna kaçtı adeta.
*Gerekli açıklama WP hesabımda var.
1 note
·
View note