Başımı yastığa kondurduğum saatlerde içimden “evime pencere önü çiçeği seçmek isterken bile acaba soldurur muyum diye düşüne düşüne vazgeçtiğim bu yaşta nasıl da şıp diye aşık oluverdim” diyerek dans etmek geliyor. Pencere önü çiçeğim
Kalbim ve ben, uyku çıkmazımızın 3. sabahında yürürken, böyle bir güzellik bulduk. Sizce de pencere önü çiçeği gibi konuşlandırılmamış mı buraya? Çünkü sabahın tam yedisi olmasa, ben böyle sabahlarda başımı yerden kaldırmadan yürümeyi alışkanlık edinmesem, yolun akışı içerisinde hiç fark edilmeyecek ve kimsesiz bir detay gibi ardımda kalacak. "Pencere önünde, arkadaştan ayrı, porselen saksısında bir pencere önü çiçeği" gibi... Haksızlık bu. Seni “kimsesizlik” ve her şeyde hak'kı aramak mı öldürüyor İlayda?
Çok sevdiklerimizi, çok istediklerimizi ve çok korktuklarımızı kendimize doğru çekeriz, anladım. Peki insan neden hiç -ait olmak istemediği- kimseleri ve durumları kendine doğru çeker? Aynı öz'den geldiğimizi ve aslında birbirimize hiç de uzak olmadığımızı anlamak için mi? (Oysa fıtratımız nasıl da farklı.) O günahları işleyecek fırsatımız olmadığından bu kadar masum kaldığımızı hatırlatmak için mi? İşlemediğimiz günahlardan yana bile vicdanımız kanasın diye mi? Ben de bu yüzden mi, elleri başkalarının hakkına karışmış insanları ya da tam olarak bunun eşiğinde bulunanları durmadan çekiyorum kendime doğru? Aklımda arındırdıkça kalbimden veriyorum. Üstelik hatadan dönen kimsenin sığındığı affın gücünü kavrayamıyorsam, tüm benliğimle imtina da ediyorum, onu yargılama hadsizliğine düşmekten. Yine de merhamet etmek ve adalet aramak arasındaki çatışma sınıyor iliklerimi. İliklerime işliyor şu çıkmaz. Benim bu dünyada, ikinci cehennemim bu olabilir mi? Yoruldumçok.
Keşke sokakları denizlere çıksa bu kentin. Hem zaten, ben neden hâlâ bu kentteyim? Hem neden denizler olmadan aşılamıyor hiçbir meselem?
Bunların hepsi Mecmau'l-bahreyn'den ya da Hızır'dan. Bütün nehirler varacağı dinginliğe erişecek elbet bir gün. Bâtını aramayan, ne bilsin.