Tumgik
ibrahimoner · 7 years
Quote
HALEP EZMESİ Yanılmışım, hayat çok uzun… Garip bir durum mu var, sanmıyorum. Her zamanki Ortadoğu işte, bir yerlerde patlayan canlı cansız bombalar, geride bıraktığı onlarca parçalanmış insan bedeni, darmadağın olmuş yoksul bir pazaryeri. Ölü sayısı 68, yazıyla altmış sekiz. Üç gün önceki patlamada 43’tü. Ölüm gerçekten sıradan ve normal bir şeydi de acaba biz mi abarttık onu ve olağanüstü bir hale getirdik. Ölüyor işte insanlar, bolca hem de. Halep’te öğlen patlayan bomba, aynı saatlerde Sidney’de akşam yemeği için restoranlarda toplaşan Avusturalya ahalisinde aynı etkiyi yapmamış gibi duruyor zaten. Toronto’da işe gitmek için koşuşturan Kanada halkının henüz haberi bile yok. Birazdan haberleri olacak ama çoğu okumaya bile değer bulmayacak bu ‘olağan’ patlamayı. Halep’e en yakın şehir Hatay. Biraz dikkat kesilseler patlamayı kendi kulaklarıyla duyacak kadar yakınlar Hataylılar Halep’e. Hatay’ın mezeleri ünlüdür, sofraları zengin. Kadim bir coğrafyanın birikmiş bütün kültürlerinden nasiplendiği için Hatay mutfağında yok yoktur. Arap, Ermeni, Süryani, Türkmen, Kürt, Türk, Fars, Rum ne yemiş içmişse tarih boyunca, Hataylılar hepsini not etmişler bir gün lazım olur diye. Her gün lazım olmuş tabi. Hatay’a yolu düşenler bu enfes tatları denemeden ayrılmışsa kentten, çok şey kaybetmiş sayılır. 68 kayıp. Hatay Araplarının en iyi yaptığı yemek belki de gerçek bir sanat eseri diyebileceğimiz Arap kebabıdır. Eski Çarşı’da salaş bir esnaf lokantasında yemelisiniz kebabı. Hamdullah usta tam da romanlarda geçen naif esnaf tiplemesinin canlı hali adeta. Adı sanı iyice duyulunca turistler de rağbet etmeye başlamış Hamdullah ustaya. Bu durum ustamızı hafiften tedirgin etmiş olsa gerek ki, dükkâna çeki düzen verme adına 4-5 tane plastik saksı ağacı alıp yerleştirmiş mekânın sağına soluna. Bu aklı da karşıdaki berber Sadrettin vermiş kendisine. “Abi sen de konsepti biraz değiştir, turist akmaya başladı sokağa, her esnaf biraz çekidüzen verse dükkânına, turistik bir caddeye dönüşürüz imanıma” demiş. Kafasına yatmış Hamdullah Usta’nın. Plastik ağaçlar bu çerçevede intikal etmişler. Yemekler hep aynı ama artık daha yeşillik bir ortamda ve orman ambiyansı eşliğinde yiyebiliyorsunuz. Yalnız ağaçların plastikliği fazla sırıtıyor, bildiğiniz ucuz naylon. İyice de tozlandıkları için hedeflediği ambiyansı tersine çevirmiş ama olsun, yemekler harika halen. 68 ölü can. Lokantada bir tek garson var. Toplam 7 masaya yetişmekte zorlanmıyor. Hamdullah Usta’nın yeğeniymiş. Çocukluğundan beri, tam 19 yıldır burada garsonluk yapıyormuş. Adı Bereket. Bereket’in iki çocuğu var, karısı geçen yıl trafik kazasında ölmüş. Trafik kazası dediysek öyle aşırı hız yapan arabasıyla takla makla atmamış. Caddede halk otobüsü çarpmış, oracıkta canını teslim etmiş kadıncağız. Bildiğin fukara işi bir trafik kazası ve fakir bir ölüm. İşine ve ustasına çok bağlı. Şevkle yapıyor görevini Bereket. Müşterilerin gözlerinde bir damlacık memnuniyet okuyabilmek için, sanat icra eder gibi estetik bir maharetle sunuyor yemekleri. Her şey çok güzel ama özellikle etler bir harika. 68 parçalanmış beden. Fiyatlar sizi şaşırtacak kadar ucuz. Üç kişi yedik içtik tatlısı, tuzlusu derken bir hesap geldi neredeyse itiraz edecektik hesaba, azdır diye. Beni en çok da şaşırtan Hamdullah ustanın sakinliği oldu. Dükkân ne kadar kalabalık olursa olsun O hiç istifini bozmadan, yüzündeki ifadeyi bir milim değiştirmeden usulca siparişleri tabaklara doldurup Bereket’e uzatıyor tezgâhın arkasından. Bir haftada üç defa gittim Hamdullah ustaya, bu sahneler azıcık dahi olsa hiç değişmedi. Hamdullah usta aslen Halepli. Dedesi Hatay’a yerleşmiş, 60 yıldan fazladır Hatay’dalar. Dededen babadan lokantacı esnafı olarak tanınırlar Hatay’da. Tarihi Halep çarşısında kumaşçı dükkanları var amcalarının. Savaştan önce çok sık gider gelirlermiş birbirlerine. Savaş başlayınca Halep’teki akrabaların hepsi diğer birçokları gibi Hatay’a kaçmışlar. Hamdullah ustanın iki katlı evinin bahçesine bir çadır kurmuş, toplam 48 nüfus bir evde yaşamaya başlamışlar. Hamdullah usta bu durumdan dolayı evin alt katındaki kiracıdan rica minnet evi boşaltmasını istedikten sonra biraz daha rahat etmişler. Hiç evlenmemiş usta. Çocukken babasıyla birlikte Halep’e ziyaretlerinde tanıyıp deliler gibi âşık olduğu teyzesinin kızı Rukiye 16’sında evlendirilince hayata küsmüş. Sevmemiş bir daha kimseyi. Rukiye iki çocuğu, kocasıyla birlikte ustanın alt katındaki evde bir odada kalıyor. Onunla karşılaşmamak için her sabah neredeyse koşarak çıkıyor evden usta. Rukiye de unutmamış unutmasına da yapacak bir şey yok artık. Halen çok güzel, bakmaya kıyamıyor, görmeye doyamıyor. Görme dediysek de kaç günde bir tesadüfen karşılaşmalar esnasındaki bir saniyecik bakışmalardan başka bir şey değil zaten. ‘Hadi!’ dese birlikte her şeyi bırakıp kaçacaklarmış gibi ve sanki bunu birlikte planlamışlar da herkesten saklıyorlarmış gibi tedirginmiş usta. 68 ölü ulan! Eve herkes uyuduktan sonra sessizce girip usulca yatağa uzanmak dışında evle bağını kesmiş bu yüzden. Olur da birisi ustanın bunları içinden geçirdiğini anlar diye ödü kopuyormuş. Yıllar sonra yeniden alazlanan Rukiye aşkının alevleri dışarıdan fark edilir korkusuyla Bereket’le olan sınırlı konuşmalarını bile sıfıra indirmiş. Fark edilmesin, ama bir alt kattaki oda, bir kaç saniyelik bakışmalar da her gece büyüsün, o dilsiz dünyasını kaplayıp öyle uyutsun. 48 nüfuslu bu arı kovanında onun nefesinin olduğunu bilmek çile mi, mutluluk mu? Bu sorunun cevabı yokmuş işte. Gökten ne yağmışta yer kabul etmemiş misali… Bunca yıl sonra aynı çatının altındalar ya. Hal böyle olunca da ne yaparsan yap, o çatıya tünemiş umut kuşunu susturamazsın. Bu geveze kuşu gündüzleri kovalamak kolay. Ama tek başına yatağa girip de gözlerini kapattığı an gel de sustur. Uykuya dalıp kurtulmak yok. Rüyalarda daha da cüretli, daha da arsız bir kuş bu. En kötüsü de uyanıp yeni bir güne başlama mecburiyeti. Biraz daha oyalansa. Belki bu sabah da bir kaç saniye… Sakın!.. Halep’te pazar yeri, tezgâhlarda sadece hüznün satılan, donup kalmış bir film sahnesi gibi. Savaş başladığından bu yana neşesi yok pazarların, rengi yok, kokusu yok. Doymak, doyurmak için bir parça yiyeceğin mecburen alınıp satıldığı yerler, ruhsuz hastane koğuşları gibi adeta. 68 parçalanmış insan bedeni. Rukiye de aralarında. İki gün önce çocukları Hatay’da bırakıp kocasıyla birlikte Halep’teki evlerinden bir miktar daha eşya almaya gelmişler. Akşam yemeği için bir şeyler almaya gitmiş pazara. Hatay’ın künefesi de ünlüdür. “Allahu akbar” diye bağırmış kendini patlatan pazar yeri katili. Halep’te paramparça olurken Rukiye’nin bedeni, Hamdullah usta dükkânın arkasında tahta namazlıkta namazını kılıyormuş. “Allahu akbar” diye rükûya giderken göğsünde bir sızı hissetmiş, yaşlandık herhalde diye iç geçirmiş. Künefenin özelliği peynirinden gelir. Bir de Hatay’da pişirme tekniği farklı tabi. Ama Hamdullah usta arzu eden müşteriye künefeyi yan taraftaki künefeci Cemil ustadan getirtiyor. Kendisi de iyi bir künefe ustası ama komşunun kısmetine el uzatmak olur diyerek yan tarafta künefeci açıldığından beri künefe yapmayı bırakmış dükkânda. Yok ben Hatay’ın en iyi künefesini yiyeceğim diyorsanız o halde… çarşısında meşhur Hatay Künefecisine gidip hakkıyla bir künefe yiyebilirsiniz. Kocası ceset parçaları arasından elbise kumaşının yapıştığı bir kaç parçayı tanıyıp bulup alabilmiş Rukiye’den geri kalanları. Hamdullah usta ne cenazesine ne mezarına gitmeye dayanamamış Rukiye’nin. Definden bir gün sonra akşam dükkânın kapısını içeriden kilitleyip ecza dolabında ne kadar hap şurup varsa hepsini içmiş. Dükkân üç gün taziye nedeniyle kapalı kaldı. Bereket işletiyor şimdilerde dükkânı. Bereket ustaya Rukiye’nin kocası Cuma garsonluk yapıyor. Rukiye’nin iki çocuğu da dükkânın temizliğiyle falan koşturuyorlar ortalıkta. Yolunuz düşerse uğrayın Bereket ustaya, yiyebilirseniz de yiyin, Arap kebabı halen çok leziz. Ne de olsa çok kadim bir mutfağı var Halep’in.”
Selahattin Demirtaş'ın cezaevinde kaleme aldığı ve PEN'de yayınlanan öyküsüdür.
2 notes · View notes
ibrahimoner · 7 years
Photo
Tumblr media
“Eger dil dilber e gelo dilber kîjan e? Û eger dilber dil e gelo navê dil kîjan e? Ez dil û dilberê di nav hev de dibînim Ez nizanim dil kîjan e, dilber kîjan e!” #BabaTahîrêUryan #kurdish #iphoneonly (Idil, Sirnak, Turkey)
0 notes
ibrahimoner · 7 years
Photo
Tumblr media
Bazen oturup da ‘öğretmen olan ben miyim çocuklar mı?’ diye düşünürken buluyorum kendimi. Dünyevi şeyleri iyi kötü öğretiyoruz çocuklara ama dürüstlüğü, güzelliği, saflığı çocuklara öğretmek kimin haddine? Mesela yeni bir yıla girerken hangimizin aklına geldi sokakta kalan çocuklar, evsizler… Yahut hangimiz kışı, 'ama kışın çocuklar üşür’ diye sevmeyiz? Kim istemez zengin olmayı kirlenmemek için? Oysa kendimizi büyüğü sanırız çocukların, yaşının değil yüreğinin büyüklüğüdür insanın mühim olan, bilmeden. Velhasıl-ı kelam çocuklardan öğrenecek çok şeyi var biz 'büyüklerin’ Hani nasıl desem; büyüyoruz beraber, dokunuyoruz birbirimizin yüreğine. Beraber öğreneceğiz yaşamayı. Lâkin unutma çocuğum; çiçeği, böceği, doğayı, ağacı, kuşu, karıncayı, insanı, ve en çok da 'sevmeyi’ sevmeyi unutma çocuğum. Çünkü diyor ya hani Nâzım: “Sevmek mükemmel iş delikanlım!”
Not: Fotoğraftaki yazı bir 11.sınıf öğrencisine aittir. #fromachild #peace #english #nazimhikmet (İdil Anadolu Lisesi)
1 note · View note
ibrahimoner · 7 years
Photo
Tumblr media
2015'in canımızı acıttığı günlerin ertesiydi, içimizin kavrulduğu günler geride kalmıştı belki ama içimizdeki yangının köz halinde içimizi yakmaya devam ettiği günlerdi. Nisan ayıydı. Benim yedi kızım oldu o ay. Coğrafya'nın bütün kışına rağmen yedi 'çingene' kızım. Bir dönemi acısıyla tatlısıyla ardımızda hatıralar bırakarak bitirdik. Sonra Eylül'de okul yeniden açıldı ve benim üç kızım daha oldu. Artık on 'çingene' kızım vardı. Kızım diyorum ama abileri oldum, becerebildiğim kadarıyla da öğretmenleri. Ama en çok onlar öğretti, en çok ben öğrendim. Şimdi şimdi anlıyorum ki; geçip giden yılları ardında bıraktıkça değil, bir yüreğe dokundukça büyüyor insan. Sezen Aksu bir şarkısında diyor ya hani: "geçiyor günler, çok üzgünüm" özleyeceğimiz günleri ardımızda bırakıyoruz, çok üzgünüm. #korkuyubeklerken #oğuzatay #kızlarım #öğrencilerim #nergiz (İdil Anadolu Lisesi)
0 notes
ibrahimoner · 7 years
Photo
Tumblr media
"İyi de biz kimin devamıyız Kâmil? Saatler, günler, yıllar ve dünya, nasıl da iğnelendi nakış nakış. Bu benim ellerim, bana kaç zamandır fazla. Bak kış gelince insanın bir sürü cebi oluyor, ellerini unutacağı bir sürü yer, bak işte buna sevinebiliriz Kâmil?" (İdil Anadolu Lisesi)
0 notes
ibrahimoner · 7 years
Photo
Tumblr media
Cizre; ismi kısa hikayesi büyük kent. Büyük hikayeler büyük acıların eseridir. Ve büyük hikayeler de sığacak büyük bir yürek ister. Benim bugün küçük bir hikayem var bu büyük kentle ilgili. Keza yüreğime bu kadarı bile fazla olan bir hikaye.. Bu kente ilk geldiğimde yukarıdaki fotoğrafta koca bir canavarın dişleri misali duran, adına 'iş' makinesi dedikleri yaratıkların koca, çorak bir toprağa dönüştürdüğü yerde yıllar yılı dişini tırnağına takıp çocuğunun rızkından arttırdığı alın teriyle harcını kararak kurdukları iki göz bir kapı evler vardı. Hayatlar vardı. Gerçekleşmesi imkansızdı belki ama hayaller vardı içlerinde. Sokakları dar mahalleler. Bu sokaklardan ilk geçtiğimde iki araba geçemezdi aynı anda, 15 dakika mahsur kalmıştık araçta. Uzaktan gelen silah sesleri, sokakta seslere alışmış çocukların oyunu vardı. Bugün yeniden geçtim aynı sokaktan, üç araba aynı anda geçebiliyordu ama az ötede oynayan çocuklar yoktu. Saklambaç oynarken başını dayayıp arkadaşını sobelediği duvar da. Öyle sanıyorum ki yukarıdaki çorak toprakta bişey yetişmez artık. İkliminden değil, coğrafyasından. Kuraklıktan değil, bu koca canavarların 'iş' olarak gördüğü içinde hayatlarıyla yıkılan evlerinin ve 'qezeb'lerinin arkadından ağlayan analardan. Oyunu yarım kalmış, uykusunu silah seslerinin böldüğü çocukların bastığı yerde bitki değil acı hatıralar bitiyor artık. Sırtını oyun oynadığı duvara dayayamayan çocuklar büyüyor bu geniş sokaklarda. Geçmişi değil geleceği acıtan çocuklar.. #Cizre (Cizre)
0 notes
ibrahimoner · 8 years
Video
'Niye çekip gittin?' #leylailemecnun #eylül #hırsızyavuz (Istanbul, Turkey)
0 notes
ibrahimoner · 8 years
Photo
Tumblr media
'içimde bir şey var ışıktan bir koru gibi sabah uykusu gibi ve öyle sabırsızım ki koşmak istiyorum ovanın sonuna, dağın başına uzaklardan bir ses beni çağırıyor.' #SohrabSepehri çeviri: punehaeri #hdrphotography #nature (Idil, Sirnak, Turkey)
2 notes · View notes
ibrahimoner · 8 years
Photo
Tumblr media
Erk'ekliğin(!) kitabı Hani ‘akşama kadar didinip çalışıyorum eve ekmek getirmek için’ deyip minnetini karısının(!) vücuduna nakşeden errrkeklerin hem de! 'Dua et kadınsın.’ deyip kadınlığı burnundan getirilenlerin, 'Kim bilir ne yapmıştır!’ deyip her gün televizyonda gördüğü, gazetede okuduğu kadın cinayetlerini - kadına şiddeti meşrulaştıranların, 'İyi halden’, 'aşırı sevgiden(!)’ cezalara indirim uygulayanların, 'Çok seviyorum’ deyip hayatını zindan ettiğimiz, siyah beyaz bir yaşamı dayattığımız kadınların, Ve bizlerin, evet evet en çok da kadına şiddeti kınamak için kadını öldürmeyi bekleyen bizlerin (evet senin de sevgili kardeşim), Topluma 'kadının yeri evi, görevi çocuk doğurmak (tabii ki de errrkek!), yemeği hazırlamak’ vesaire vesaire vesaire zihniyeti pompalayan hepimizin kitabı.
Kadınlar çiçek değildir beyler. Kadınlar kadındır!
Şimdi sayfayı çevirebilirsiniz.. #Antabus #SerayŞahiner (Istanbul, Turkey)
3 notes · View notes
ibrahimoner · 8 years
Photo
Tumblr media
Düşler kuruyoruz yeniden gelecek üzerine, Kaldırıp kirpiklerimizi ayak uçlarımızdan.. Dağlara bakıyoruz, ufuklara, bulutlara... #ŞükrüErbaş (Idil, Sirnak, Turkey)
0 notes
ibrahimoner · 8 years
Photo
Tumblr media
"Neden ölmek istiyorsun?" dedi arkadaşım. "Gidenlerini unutuyor, affediyor bu dünyayı" dedim. "Oysa dün gece ne güzel şiir yazmıştık. Laçin resmini çizmişti." "Resimde hiç insan yoktu" dedim. " Yüz yoktu, ağaç yoktu. Şiirde biz vardık ama." #BoraAbdo #hasankeyf (Hasankeyf)
1 note · View note
ibrahimoner · 8 years
Photo
Tumblr media
Hiçbir romana sığmayacak Hiçbir yüzyıla hasretimiz... #SelimTemo #AhTamara #AkdamarAdası #Wan (Van Akdamar Adasi)
1 note · View note
ibrahimoner · 8 years
Photo
Tumblr media
"Çünkü aşk çirkin bir adamın söylediği hüzünlü ve büyüleyici bir melodi, uzaklardan gelen bir ses gibidir. Takip edip yakından bakmamak gerekir. Çünkü hatırasını ve sesinin verdiği keyfi bozar, yok eder." ----------------- "Yeryüzünde bir kaçış umudu var. O da ölüm, ölüm! Fakat burada ölüm de yok. Bizler mahkumuz; duyuyor musun? Kör bir iradeye mahkumuz. Günlerce, aylarca, yıllarca bir köşede burada ölüm de yok. Bizler mahkumuz; duyuyor musun? Kör bir iradeye mahkumuz. Günlerce, aylarca, yıllarca bir köşede büzüşüp kaldığın, yazın uzun günlerinde, sonbaharın yağmurlu ve kasvetli günlerinde, dolu, güneş, kar, tipi altında kendi cesedinin parça parça çözüldüğünü, akbabaların senin cesedin için dolaştıklarını görürsen, o zaman hatırlarsın sözlerimi."
2 notes · View notes
ibrahimoner · 8 years
Photo
Tumblr media
“Seksen iki yaşına yeni girdin. Hâlâ güzel, çekici, arzu uyandırıcısın. Elli sekiz yıldır birlikte yaşıyoruz ve ben seni her zamankinden çok seviyorum. Son zamanlarda sana bir kez daha âşık oldum ve sadece benimkine değen bedeninin sıcaklığıyla dolan, kahredici bir boşluk taşıyorum göğsümün tam ortasında yeniden. Geceleri bazen, boş bir yolda ve ıssız bir manzarada bir cenaze arabasının ardından yürüyen bir adamın karaltısını görüyorum. O adam benim. Cenaze arabasının taşıdığı ise sen. Senin yakılma törenine katılmak istemiyorum; elime, içinde küllerinin bulunduğu bir kavanoz vermelerini istemiyorum. “Die Welt ist leer, Ich will nicht leben mehr”i söyleyen Kathleen Ferrier’in sesini duyuyor ve uyanıyorum. Nefesine kulak veriyor, hafifçe seni okşuyorum. İkimizin de dileği, diğerinin ölümünden sonra yaşamak zorunda kalmamaktı. Birbirimize sık sık söylediğimiz gibi, olmaz ya, eğer ikinci bir hayatımız olsaydı o hayatı da birlikte geçirmek isterdik. " Tarih 21 Mart-6 Haziran 2006
0 notes
ibrahimoner · 8 years
Photo
Tumblr media
" Bir gün bütün değer yargıları değişecek ve yargılananlar yargıç, eziyet edenler de suçlu sandalyesine oturacaklardır ve onlar o kadar utanacaklar, o kadar utanacaklardır ki utançlarının ve suçlarının ağırlığı yüzünden ayağa kalkamayacaklardır. O zaman, akıllı ya da akılsız butun ezilenler, yani bizim caddedeki insanların çoğu, yani öcü geliyor diye küçükken beni korkuttukları çolak ve topal deli rüstem ile ben ve benimle birlikte bar kızı leyla kendisine yüz vermedi diye intihara teşebbüs ederek beynine iki kurşun sıkan fakat ancak kafatasını delerek alay edenlerden kurtulmak icin butun hayatınca yolda kalpak giyerek dolaşmak zorunda kalan meyhaneci hızır ve onunla birlikte ortaokulda kekemeliği ve garip mistik düşünceleriyle arkadaşlarının alay konusu olan ve şimdi havagazıyla intihar ettiği icin olmuş bulunan ve evlerindeki şecere ağacında taze yağlı boyayla yeni boyanmış yeşil, titrek bir yapraktan ibaret kalan ercan ve ercan’la birlikte annesi rus babası italyan olan ve sınıfta ve bahcede paltosunu hic cıkarmayan ve daima gözlüğü ve paltosuyla ilkokul birinci sınıf cocuklarıyla top oynayan ve gavur diye ve kambur diye horlanan altan ve altan’la birlikte zeki ve siyah gözleriyle bana hep muhabbetle bakan ve yedi kardeşiyle ve annesiyle ve babasıyla ve teyzesiyle ve dayısıyla evkaf apartmanının en üst katında labirent gibi karışık koridorlardaki yuzlerce odadan sadece birinde oturan ve sınıf birincisi olduğu halde ilkokuldan sonra elektrikci çıraklığına başlayan osman ve onunla birlikte bütün gülünçlüğüne rağmen aşağılığı sefaletinden ve sefaleti aşağılığından ileri gelen mimar cemil (uluer) turan ve mimar cemil’le birlikte sakat olduğu icin hic yürümeyen ve hep altını kirleten ve misafirler gormesin diye ve sosyetik annesi rahatsız olmasın diye yaz kış balkonda tutulan ve hep bağıran ve altına yapan ve guzel yuzuyle ve akıllı sözüyle beni büyüleyen ve balkonda yerde kendini oradan oraya atan zavallı ayhan ve onunla birlikte bodrum katta evdeki yedi ve bahçedeki yirmi yedi kedisiyle yaşayan ve kimseye zararı dokunmayan ve olmuş kocasını unutamayan rus madam ve madamla birlikte yirmi iki yaşında veremden ölerek bizleri ve ailesini elemlere boğan ve albay sait beyin biricik oğlu ve liseden dört defa kovulmuş olup sanatoryumdan altı kere kaçan ve yağmurlu bir ilkbahar akşamı hastaneden son kacışında ıslak elbiselerini cıkarmaya fırsat bulamadan kanla boğulan ertan ve onunla birlikte basit bir kamyon şofor muaviniyken lastik karaborsasından zengin olarak genç yaşında kumar denen illete tutulan ve bu uğurda servetini ve dostlarını kaybeden ve karısı ve kızı ve oğlu tarafından terkedilen ve meteliksiz kalan ve bir gun bir kahve koşesinde kendini vuran ve eski ve samimi aile dostumuz orhan ve orhan beyle birlikte, orhan beyle birlikte olmaktan muhakkak gurur duyacak olan ve elkapısında dünyaya gözlerini açıp ve kaderi ve mesleği hizmetçilik olan ve komşumuz saffetlerin ücüncü hizmetçisi kezban yargıç kursusunde bulunacağız. Mahkemede, suçlu sandalyesinde, bilerek ya da işledikleri suçları bilmek zahmetine katlanacak kadar dahi düşünmediklerinden bilmeyerek, eziyet eden, hor gören, aşağılayan, ihmal eden, aldırmayan, unutan, kötüleyen, alay eden, ıstırabı paylaşamayan, insanlar arasına duvarlar çeken, küçümseyen, çaresiz bırakan, yalnız bırakan, terkeden, baskı yapan, istismar eden, ezen, cesaret kıran, iyilik etmeyen, değer vermeyen, kalbi temiz olmayan, doğruyu yanlış gösteren, yanlışı doğru gösteren, samimiyetsiz, insafsız, korkutan, yanına yaklaştırmayan, başkasının yaşama hakkına saygı duymayan ve kendinden memnun olabilmek icin her davranışı meşru sayan onlar, yani bizim küçük kalabalığımızı hava sızdırmayan tabakalar halinde üst üste saran, nefes almamızı dahi engelleyen, yani mahallemizin bütün bileği kuvvetli ve ici boş küçük kabadayıları ve onların büyük ortakları, yani esasında sayıca üstün olanlar, yani her zavallıdan daima bir rutbe bir kademe bir sınıf yukarıda olanlar, yani şekilsiz huviyetleriyle daima vuran ve kaçınabilenler, yani hem ezip hem de ezdiklerini kabul etmeyenler, yani bir mertebe aşağıdayken ezilen ve bir derece terfi edince ezenler, yani çırağını, birşeyler öğretmesine karşılık her zaman döven ve ona insan muamelesi etmeyen ustalar, muavininin başına vuran şoförler ve onlarla birlikte memurlarına dalkavukluk ettiren amirler, duygusuz amirlerle birlikte garsonlara paralarıyla orantılı olarak bağıran müşteriler ve kaba müşterilerle birlikte hakkını arayanlara yumruklarını gösteren görevliler ve yetkilerini kötuye kullanan görevlilerle birlikte bilgisizin bilgisizliğini suratına çarpan ve ondan bir kelime fazla bilen bilgiçler, yani oğrenmek isteyen herkese eziyet eden öğreticiler ve onlarla birlikte bilgisizlerin bilgisizliğine gülen onlardan daha bilgisizler ve cahillerle birlikte her değişik davranışa saldıran şekilsiz kalabalık ve kalabalıkla birlikte onlara alkış tutanlar ve onlarla birlikte her tartışmada en bayağı usullerle haklıyı haksız çıkaranlar ve onlarla birlikte her savaşta kazananı tutanlar ve onlarla birlikte kimseye zararı olmayan zayıfları ezerek kuvvetli olma duygusunu tatmin edenler ve onlarla birlikte her zaman ve her yerde her sınıftan ve her ideolojiden ve her duşunceden insanlar arasında daima on safa geçerek aslan payını kendilerine ayıranlar ve ayırır ayırmaz insanlarla aralarına aşılmaz duvarlar örenler ve böylelerine her zaman haklı cıkarıcı bahaneler sebepler yasalar kurallar sınıflamalar bulup cıkaranlar yani her zaman insanları insanlardan ayıranlar ve onları birbirlerine düşman edenler ve onlara körü körüne uyan kalabalıklar ve gerçeği boğanlar ve onlarla birlikte insanı bu koca dünyada yalnız bırakarak arkadaşlık dostluk sevgiyle uzatacakları sıcak bir elleri olmayanlar yani elsiz gözsüz akılsız kalpsiz ve kansız gerçek sakatlar yani onlar onlar onlar onlar onlar onlar… karşımıza oturacaklar. Hesaplaşma günü geldi. Şimdiye kadar yalnız din kitaplarında yargılandınız. biz fakirler, zavallılar, yarım yamalaklar, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz. Ve çıkarınıza baktınız. Hatta gene sizlerden, sizin gibilerden, büyük düşünürler çıktı ve bu kitapların bizleri uyuşturmak için yazıldıklarını ileri sürdüler. Biz zavallılar, ya bu düşüncelerden habersiz kaldık, ya da bunları yazanları bizden sanarak alkışladık. Yani uyuttular alkışladık, uyandırıldık alkışladık. Her ne kadar bugün siz suçlu, biz yargıç sandalyesinde oturuyorsak da gene acınacak durumda olan bizleriz. Esasında, sizleri yargılamaya hiç niyetimiz yoktu; sizin dünyanızda, o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken, hepinize hayrandık. Sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Ayrıca, dünyada gereğinden çok acıma olduğuna ve bizim gibilerin ortadan kaldırılmamasının sizlerin insancıl duygularına bağlandığına inanmıştık. Bu çok masraflı dünyada bir de bizlere bakmanız katlanılması zor bir fedakârlıktı. Arada bir bize benzeyen biri çıkıyor ve artık yeter diyordu. Onunla birlikte bağırıyorduk: artık yeter! bazen kazanıyorduk, bazen kaybediyorduk ve sonunda her zaman kaybediyorduk. onlar da sizler gibi onlardı. Düzeni çok iyi kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzemeyen insanlar çıkarıyorduk aramızdan. Kimse bizim tanımımızı yapmıyordu ki biz kimiz bilelim. Gerçi bazı adamlar çıktı bizi anlamak üzere; ama bizi size anlattılar, bizi bize değil. Tabii sizler de bu arada boş durmadınız. Bir takım hayır kurumları yoluyla hem kendinizi tatmin ettiniz, hem de görünüşü kurtarmaya çalıştınız. Sizlere ne kadar minnettardık. Buna karşılık biz de elimizden geleni yapmaya çalıştık: kıtlık yıllarında, sizler bu dünyanın gelişmesi ve daha iyi yarınlara gitmesi için vazgeçilmez olduğunuzdan, durumu kurtarmak için açlıktan öldük; yeni bir düzen kurulduğu zaman, bu düzenin yerleşmesi için, eski düzene bağlı kütleler olarak biz tasfiye edildik (sizler yeni düzenin kurulması için gerekliydiniz, bizse bir şey bilmiyorduk); savaşlarda bizim öldüğümüze dair o kadar çok şey söylendi ki bu konuyu daha fazla istismar etmek istemiyoruz; bir işe, bir okula müracaat edildiği zaman fazla yer yoksa, onlar kazansın, onlar adam olsun diye biz açıkta kaldık; yani özetle, herkes birşeyler yapabilsin diye biz, bir şey yapmamak suretiyle, hep sizler için birşeyler yapmaya çalıştık. Bütün bunlar olurken birtakım adamlar da anlayamadığımız sebeplerle anlayamadığımız davalar uğruna yalnız başlarına ölüp gittiler. Böylece bugüne kadar iyi (siz) kötü (biz) geldik. bize, sizleri, yargılamak gibi zor ve beklenmeyen bir görev ilk defa verildi; heyecanımızı mazur görün. Aramızda hukukçu olmadığı için söz uzatılmadı, sanıkların kendilerini savunmalarına izin verilmedi. Gereği düşünüldü. Sanıkların ellerinden başarılarının alınmasına oybirliğiyle karar verildi. " — Oğuz Atay, Tutunamayanlar
0 notes
ibrahimoner · 8 years
Photo
Tumblr media
Turgut, içinde ifade edemediği tatlı bir duygunun varlığını duyarak direndi: “Hayır, sen gene anlat Selim. Sen başka türlü söylersin. Sen anlatınca beylik olmaz.” Selim, gözlerini, ileriye, çimenlere, papatyalara ya da onlardan öteye, hiçbir şey görmüyormuş gibi, hep Turgut’un onu hatırladığı gibi dikerek kısa bir süre sustu. Sonra, parmaklarını saçlarının arasında gezdirdi ve yarım bıraktığı bir sözü tamamlıyormuş gibi konuşmaya başladı: “Bizim için hüküm hep aynıdır. Kısa bir hükümdür: beklediğimiz ve inanamadığımız bir hüküm. Yalnız bizim için çıkarıldığını sandığımız, oysa sayısız kopyası olan ve ayrıntılara inmeyen bir hüküm. Biraz para verilince, biraz tatlı davranınca yumuşayan ve gene de aslında hiçbir biçiminin bizim için önemi olmadığını bildiğimiz bir hüküm.” Turgut kendine acıyordu. Ölümün getirdiği durgunluğu yırtmak istiyordu: “Bir yararı dokunuyor mu bizlere?” Selim başını salladı: “Öldükten sonra neyin yararı dokunur ki?” “Doğru.” Durumu kabul etmeye başlamıştı; kendine ve bilemediği, tanımlayamadığı şeylere acıması artıyordu. Bir yandan da bu durumdan kurtulmak için yüreğini acıtan bir çaba göstermeye çalışıyordu. “Papatyalar…” diye söylendi Selim. “Papatyalar… burada o kadar çok var ki…” Ter içinde uyandı. Görünmeyen iplerle bağlandığı yataktan kendini ayırmak için, ona dayanılmaz ve ümitsiz gelen bir çırpınma, bir hayata dönme isteğiyle kıvranıyordu; ya da kıvrandığını sanıyordu. İçinde bir yerde, artık hiç hareket edemeyeceğini hissediyordu. Gene içinde bir yer, bir duygu, kendini bütünüyle bırakmasına engel oluyordu. Bir kıpırdayabilse tekrar yaşayacaktı. Birden, bir oluştan başka bir oluşa geçmenin ölçülemeyen süresi içinde kendine geldi. Hiçbir şey düşünemedi. Güneş odayı doldurmuştu. Göz ucuyla yanına baktı: karısı kalkmıştı. Yarı aralık kapıdan çocuklarının sesleri geliyordu. Bu sesler ve odayı kaplayan güneş, onu yavaş yavaş ısıttı. Ne oldukları pek anlaşılmayan, fakat hayata ait sesler, rüyanın verdiği katılığı yumuşattı. Yattığı yerden doğruldu, henüz başka bir ülkenin kolayca kırılabilen bir varlığı olmanın endişesiyle yavaşça kalktı. Pencereye yaklaştı, perdeyi hafifçe aralayarak dışarı baktı: karşı evlerin Turgut’a sırtını dönmüş arka cepheleri: çizgilerini yumuşatmayı bilememiş kütleler; çirkinliklerini, rüyadan yeni uyanmış bir insana, sadece var olmalarıyla unutturan gerçek hacimler… Turgut, bütün bunları o sırada mı düşündü, yoksa sonradan, o anı hatırladığı zaman, öyle düşündüğünü mü sandı? Bilemedi: çünkü o zaman henüz Olric yoktu. Henüz durum bugünkü gibi açık ve seçik, bir bakıma da belirsiz değildi. Bir cümle kaldı yalnız aklında: “Güzel bir gün ve ben yaşıyorum.”
3 notes · View notes
ibrahimoner · 8 years
Photo
Tumblr media
"Saatine baktı; saniyeleri izledi. Zaman kavramını canlı tutmaya çalışan yetkisiz bir gösterge. Zamanın böyle geçmesine imkân var mı? Yıllar, bu küçük aralıkların birleşmesiyle açıklanabilir mi?"
1 note · View note